Barışın toplumsal omurgası, ancak hakikati görünür kılan bir sanatla ve özgürlüğü estetize eden bir kültürle kurulabilir. Bu nedenle sanat yalnızca bir estetik alan değil; barışı mümkün kılan bir yol, bir köprü ve ortak geleceğimizdir
Sevda Can
Bir toplumun barışa yürüyüşü, siyasetçiler arasında imzalanan protokollerde değil; kültürün derin damarlarında, insanın dünyayla ve birbirleriyle kurduğu ilişkide başlar. Adalet, hakikat, özgürlük ve eşitlik… Bugün çoğu insana birer slogan gibi görünse de, kalıcı barışın en sağlam bağları tam da bunlardır. Bu nedenle barışın en etkili yolu hâlâ sanattan, kültürün diriltici gücünden geçiyor. Çünkü sanat yalnızca estetik bir alan değil; bir toplumun vicdanını, belleğini ve doğruyla yanlışı ayırt etme yeteneğini diri tutan yaşamsal bir alandır.
Bugün özellikle Kürt halkının son elli yılda yürüttüğü özgürlük mücadelesi, yalnızca siyasi bir direniş değil; aynı zamanda büyük bir zihniyet, kültür ve vicdan devrimidir. Kadın özgürlüğünü merkeze alan bu mücadele, dünyada pek az örneği görülen bir toplumsal dönüşüm yarattı. Kadının özneleşmesiyle birlikte toplumsal değerlerin yeniden inşa edildiği; ekolojiyi, doğayla uyumlu yaşamı, kolektif sorumluluğu ve komünal dayanışmayı merkeze alan ahlaki-politik bir toplum modeli filizlendi.
Rojava’da kadınların öncülüğünde gelişen özyönetim deneyimleri; yine Kuzey’de belediyelerde hayata geçirilen eşbaşkanlık sistemi; yerel yönetimlerde kadın–erkek eşit temsili; karar mekanizmalarına halkın doğrudan katılımı… Tüm bunlar yalnızca Kürt toplumuna değil, bölge halklarına ve dünya demokrasisine ilham veren yeni bir paradigma yarattı.
Bugün dünya kadın hareketlerinin önemli bir bölümü, Kürt kadınlarının inşa ettiği bu direniş ve yaşam modelini referans alıyor. Çünkü burada özgürlük, soyut bir hedef olmaktan çıkıp gündelik yaşamda karşılığı olan; toplumsal ahlakı, dayanışmayı, eşitliği, merhameti ve ortak sorumluluğu büyüten somut bir pratiğe dönüşmüş durumda.
Bu nedenle Kürt toplumunda oluşan kültürel birikim, yalnızca politik bir dönüşüm değil; aynı zamanda estetik bir devrimdir. Genç sinemacıların, sanatçıların, kadın üreticilerin, dil ve kültür merkezlerinin yarattığı üretken enerji; özgür bir toplum tahayyülünün somutlaşmış hâli olarak dünyanın dört bir yanına yayılıyor.
Savaş politikalarının yarattığı aşınma
Bunun karşısında, Türkiye’de yıllardır sürdürülen savaş politikaları toplumu her geçen yıl biraz daha aşındırdı. Toplumsal vicdanı, güven duygusunu, dayanışmayı ve ortak yaşam iradesini zayıflattı. Devletin enerjisini, ekonomisini ve siyasal ufkunu yarım asırdır bir halka karşı yürütülen çatışmaya harcaması, Türkiye toplumunu bugün yaşadığımız derin çürüme ortamına sürükledi.
Kürtlerle savaşmak uğruna kapılar en karanlık yapılara açıldı; mafyatik düzen ekonominin bir parçası hâline getirildi; çetelerle kurulan ilişkiler “devlet aklı” adı altında meşrulaştırıldı. Bugün Türkiye’nin her sabah yeni bir skandal, yeni bir ahlaki çöküş haberiyle uyanması tesadüf değil. Meclis çatısı altında dahi gündeme gelen taciz ve tecavüz vakaları, toplumun temel dokusunun nasıl aşındığını açıkça ortaya koyuyor.
Bu yozlaşmanın kültürel ayağı ise özellikle medya ve eğlence sektöründe görünür hâle geliyor. Televizyon dizileri, reality şovlar ve popüler kültür üretimleri; şiddeti, çeteciliği ve ahlaki çözülmeyi sıradanlaştırıyor, meşrulaştırıyor hatta özendiriyor. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek misali… Aile ilişkilerinin çıkar üzerinden kurulduğu, kadın bedeninin nesneleştirildiği, argo dilin ve zorbalığın normalleştirildiği bir kültürel atmosfer, toplumun etik duyarlılığını her gün biraz daha köreltiyor.
Türkiye’de toplumsal güvenin, komşuluk ilişkilerinin, aile bağlarının, sevgi ve saygının bu denli zayıflamasının en görünür nedenlerinden biri, yıllardır süren savaş politikalarının toplumdan çekip aldığı ahlak, merhamet ve adalet duygusudur.
Barışın Anahtarı: Sanat, kültür ve zihniyet dönüşümü
Tam da bu nedenle, Kürt özgürlük mücadelesinin yarattığı paradigma yalnızca Kürtler için değil; Türkiye’nin kendisini de içine sürüklendiği bu karanlık atmosferden çıkarabilecek güçlü bir toplumsal model sunuyor. Kadın öncülüğünü esas alan, ekolojiyi önceleyen, yerel demokrasiyi güçlendiren ve komünal dayanışmayı yaşamın merkezine koyan bu anlayış, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu dönüşümün çoktan somutlaşmış hâlidir.
Barış, yalnızca silahların susmasıyla değil; toplumların birbirini görmeye, duymaya ve anlamaya başlamasıyla mümkün olur. Önyargıları yıkan, halkları birbirine yaklaştıran, vicdanı ve hakikati görünür kılan en güçlü araç ise sanattır. Yıllarca yanlış temsillerle, çarpıtılmış kimliklerle ve manipülatif anlatılarla örülen duvarları yine sanatın özgür, eşitlikçi ve hakkaniyetli dili yıkacaktır.
Türkiye toplumuna baktığımızda belki de bu yüzden bugün yeniden Yeşilçam’ın samimiyetine, insan hikâyelerine, sade ama derin duygularına ihtiyaç duyuyoruz. Adile Naşit’in şefkatine, Hulusi Kentmen’in güven veren duruşuna, Şevket Altuğ’un vicdanına, Perihan Abla’nın mahalle dayanışmasına… Bu toprakların ruhu, aile sıcaklığını, komşuluğu ve toplumsal merhameti özlüyor.
Hakikati görmeden barış olmaz
Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin başarısı; kültürün özgürleşmesine, sanatın hakikati görünür kılmasına ve toplumun vicdanla yeniden buluşmasına bağlıdır. Bugün Kürt sanatçıları, sinemacıları, kadın öncüleri ve genç kuşak yaratıcıları yalnızca kendi toplumları için değil, tüm bölge için yeni bir etik ve estetik ufuk açıyor.
Ve tüm bu tartışmaların sonunda geriye şu yalın ama sarsıcı gerçek kalıyor: Sanat gelişmeden barış gelişmez. Kültür özgürleşmeden toplum özgürleşmez. Kadın özgürleşmeden hiçbir halk özgürleşmez.
Barışın toplumsal omurgası, ancak hakikati görünür kılan bir sanatla ve özgürlüğü estetize eden bir kültürle kurulabilir. Bu nedenle sanat yalnızca bir estetik alan değil; barışı mümkün kılan bir yol, bir köprü ve ortak geleceğimizdir.









