Bazı dönemler vardır, toplumda genel bir halet-i ruhiye oluşur. Direnmek, tepki göstermek en beklemediğiniz kesimler açısından bile doğallaşır. Hatta çocuklara bile bulaşır. Bu dönem temel çizgileriyle öyle bir dönem. İlkokula yeni başlamış bir çocuğun bile proje okullardaki öğretmen kıyımı ve kadrolaşma teşebbüsüne, eğitimin daha kapsamlı bir operasyonun hedefi haline getirilmesi kadar katı bir merkezileşmeyle bir bakanın ya da yetkilinin ağzından çıkacak söze bakar hale getirilmesine karşı liselerde başlayan eylem dalgasından etkilendiğine tanık olabiliyor insan. Yanı başındaki lisede gerçekleşen eylemden ya da liseye yeni başlamış ablasının katıldığı eylemi anlatışından etkilenerek “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganını tekrarlayıp durabiliyor, ezgisini defalarca dinleyerek ezberlemeye çalışabiliyor.
Annesiyle işçi direnişine “slogan atacağım” heyecanıyla gelebiliyor. Başka zaman olsa mızırdanıp duracağı kesine yakın bir gerçekken…
Ya da ömrü boyunca bir işçi eylemine gitmemiş, belki de mahallesinden çıkamamış ev kadınları gasp edilen hakları için Urfa’dan gelip günlerdir ATR Yapı denilen şirketin merkez binası önünde yatıp kalkan işçileri ziyaret etmek gündemine gelince herkesten daha cevval bir dayanışmacıya dönüşebiliyor. Evinde ne var ne yok ortaya koyup titizlikle yemek hazırlayarak heyecanla direniş alanına gelebiliyor. O alanda dinledikleriyle sadece “ah vah” etmiyor, işçilerin direngenliğinden etkilendiği kadar patronların pervasızlığına, devletin onların bekçiliğine öfkelenerek ne kadar anlamlı bir iş yaptığını iliklerinde hissedip “iyi ki geldim” diyebiliyor. Bunu söylerken de kızının “Aman anne karakolluk olmayasın” diye yaptığı espriyi de aktararak toplumsal politizasyonun düzeyini oracıkta özetleyebiliyor.
Daha saymakla bitmeyecek sayısız örnekle bu dönemin toplumsal ruhunu anlatmak mümkün.
Herkesin politika konuştuğu, herkesin kimliğini açık ettiği bir dönem bu. Sayısız leke taşıdığı açık. Öyle olmasa yaygın tabirle “CHP’li teyze” olarak tanımlanan ileri yaşta bir kadın ATR önünde direnen işçilere “Size iyi olmuş, AKP’ye oy vermeyecektiniz!” diye çemkirmezdi. Ya da Saraçhane’de günlerce eksilmek bir yana sayısı artarak ısrarla direnen kitle içinden Kürt düşmanlığı haykırılmaz, ırkçı-gerici-cinsiyetçi söylem ve sloganlar duyulmazdı.
Bunun olmaması için güçlü bir örgütlenme gerekir nitekim.
19 Mart’ta gördük ki kitleler içinde dişe dokunur bir örgütlenmemiz, manevi-moral ağırlığımız olsaydı bu lekeler de ya etkisizleşecek ya da hareketin dışına düşeceklerdi. Olup bitenler önümüze genel olarak solun özel olarak da devrimci güçlerin büyük bir örgütlenme seferberliğine girişmesinin yakıcılığını olduğu kadar birleşik bir mücadele, örgütlenme odağı yaratmamızın yakıcılığını bir kez daha koydu.
Çocukların bile işçi direnişlerine mızırdanmadan geldiği hatta orada slogan atacağının heyecanını duyduğu bu koşullarda dünle kıyaslanmayacak ölçüde elverişli bir zemine sahip olduğumuz ise açık.
Bu süreci güçlü bir mücadelenin manivelasına dönüştürmek, “olan olması gerekendir” ataletinden, kendi ataletimize mazeretler, gerekçeler üretme tutumundan vazgeçtiğimiz oranda olacaktır.
1 Mayıs’ta Taksim ısrarı da bunun için.
Kitlelerdeki bu halet-i ruhiyenin CHP gibi bir devlet partisine bile “aman sokağa çıkmayın” korkutmacasını yinelemeyi terkedip barikatları zorlama çağrıları yapmaya mecbur bırakan koşullar bunlar. Gençlerin isabetli bir şekilde boykotu genel grevle birleştirme çağrıları yaptığı, yakalanan diri-militan ruh halinin kırılmadığını 19 Mart’ın ilk ayı dolayısıyla Beyazıt’taki eylemlerinde gösterdiği, bu ruhu CHP’nin Filistin’deki soykırım ve tehcir politikalarına karşı Tünel’den Taksim’e yapacağı yürüyüşün yasaklanmasına karşı barikatlara yüklenerek gösterdiği koşullar.
Saldırının her alanda şiddetlenmesi kadar direnişin de öyle kolay kolay çözülemeyeceği gerçeği tüm söndürme manevralarına, saldırılara rağmen sıcaklığını koruyor.
Son yıllarda grev yasaklarını tanımayan, gerek gasp edilen ücretleri gerekse örgütlenme haklarına yönelik saldırılara karşı orada burada direnen işçilerin, zamanın egemenlerince ailenin kutsanması temelinde düşman ilan edilen kadınlar ve LGBTİ+’lar, doğanın talanına, yağma ve rant politikalarına karşı direnen köylüler ve tüm toplumsal kesimlerin bağrında biriken bir hafıza oluştu. Bu hafızanın da etkisiyle 19 Mart’ta tüm toplumsal kesimler öfkeleriyle alanlara aktı. Saldırının boyut ve kapsamı ve buna karşı birikmiş öfke sistemin kalelerinden biri olarak görülen Yozgat gibi bir kentte bile günlerdir çeşitli biçimlerle devam eden eylemlerle açığa çıktı.
İktidar süreç tartışmaları üzerinden Kürt halkının direnme potansiyeli ve örgütlü gücüyle Türkiye cephesinde açığa çıkan bu potansiyeli birleştirmemek için elinden geleni yapıyor. Bu “böl-yönet” siyasetini, her türlü gerici saldırıya karşı Kürt halkının haklı meşru taleplerini alanlarda haykırdığımızda aşabileceğiz. Onun özlemlerinin aynı zamanda Türk emekçisinin özgürlüğüyle eşdeğer olduğu gerçeğinin toplumsal karşılığını yaratmak için de dünle kıyaslanmayacak elverişlilikte bir zemin var önümüzde. Bunu değerlendirmek de birleşik bir odakla mümkündür, ihtiyacını her an hissettiren bir hakikat var karşımızda.
1 Mayıs’ı icazetli meydanlarda değil Taksim’de kutlama ısrarı oluşan bu toplumsal ruh halini daha ileriye taşımak anlamına gelecekti. Bunun sorumluluğunu almak tarihsel bir görevdi. Çürümüş sendikal bürokrasi bu sorumluluktan kaçtı. “Kitle çizgisi” adına kitlelerin bugünkü ruh halinin bile gerisine düştüler. Bu tutumlarıyla sadece kavganın içinde doğmuş 1 Mayıs’ın ruhuna ne kadar yabancılaştıklarını bir kez daha göstermekle kalmadılar, sınıfa ve kitlelere ne kadar yabancılaştıklarını da ele vermiş oldular. 2025 1 Mayısı’nda Taksim’den kaçış, canlılığını hala koruyan Mart isyanını yatıştırıp o ruhun ateşini söndürmeye soyunmaktan başka bir anlam taşımıyor. Ve her kim “kitle çizgisi” adına Taksim’i zorlamak yerine yönünü Kadıköy’e dönerse bu suça ortak olmuş demektir.