Depremler binaları yıkar, şehirleri haritadan silebilir. Ancak bazen daha derin, daha sessiz bir yıkım gerçekleşir: Hayatın kendisi yerle bir olur. Bizler, DİSK Dev Yapı-İş ve İnşaat-İş sendikaları olarak oluşturduğumuz heyetle kısa bir süre önce deprem bölgesini ziyaret ettik. Gördüklerimiz, yalnızca molozların değil, insan onurunun, temel hakların ve geleceğin de enkaz altında kaldığını gösteriyordu.
Deprem sonrasında yapılan “yeniden inşa” faaliyetleri yüzeyde bir hareketlilik yaratmış olabilir. Betonlar dökülüyor, vinçler çalışıyor, yeni binalar hızla yükseliyor. Fakat o binaların duvarları arasında yaşam hâlâ dizlerinin üzerinde sürünüyor. Çünkü bir binayı ayağa kaldırmak kolaydır; ama bir toplumu, bir yaşamı ayağa kaldırmak çok daha fazlasını gerektirir.
Evde mahpus, hayatta yoksun
Bölgede kadına dair bir iz bulmak neredeyse imkânsız. Kadınlar kamusal alandan silinmiş durumda. Sokakta, parkta, mahallede, şantiyelerde yoklar. Sadece evdeler… Ev dediğimiz yer ise ne güvenli ne de özgür. Kadınlar için hayat adeta eve hapsolmuş bir hayatta kalma mücadelesine dönüşmüş. Sığınma evleri, sosyal destek merkezleri, psikolojik destek mekanizmaları görünürde yok. Kadının sesi değil, varlığı bile bastırılmış durumda.
Büyüyemeyen bir gelecek
Sokaklarda koşan, parklarda oynayan çocuklar yok. Oyun alanı, sosyal merkez, kültürel faaliyet neredeyse hiç yok. Okula giden çocuklar eğitim almıyor, sadece günü geçiriyor. Çünkü travmayı anlatabilecekleri bir pedagojik sistem kurulmamış. Oyun, gelişim ve umut; hepsi yerini suskunluğa, içe kapanmaya bırakmış. Bir nesil daha doğmadan yaşlanıyor.
Görünmeyen emek
Deprem bölgesi aynı zamanda büyük bir şantiye alanı. Ama bu şantiyelerde çalışan işçilerin çoğu modern kölelik koşullarında yaşıyor. Üç ay geriden ödenen maaşlar, asgari ücretin sadece bankaya yatırılıp geri kalanının elden verilmesi, çift bordro düzeniyle gasp edilen haklar artık sistematik hâle gelmiş durumda. İşçilere fazla mesai ödenmiyor, yıllık izin verilmiyor, işten çıkarılanlara tazminat ve ihbar hakları tanınmıyor. Kamp alanları ve yemekhaneler ise hijyen ve yaşanabilirlikten uzak; insanlık onuruna aykırı.
Evin dışına çıkamayanlar
Bölgeye dair planlamaların hiçbirinde engelliler düşünülmemiş. Ne ulaşım ne binalar ne sosyal alanlar erişilebilir durumda. Fiziksel engeli olan yurttaşlar tamamen eve hapsedilmiş; dış dünya onlara kapalı. Oysa bir toplumun medeniyet ölçüsü, en kırılgan olanlara sağladığı olanaklarda gizlidir.
Can çekişen doğa
Depremin fiziksel yıkımı yalnızca insanı değil, doğayı da sarmış durumda. Su kaynakları kirli, sokak hayvanları terk edilmiş, kuş sesleri bile neredeyse duyulmuyor. Yaşam yalnızca insanlar için değil; tüm canlılar için şiddet hâlini almış. Kaldırımlar toz, yollar çamur. Yağmurlu günlerde sokaklar yürünemez, güneşli günlerde nefes alınamaz hâle geliyor.
Kalmak zor, gitmek imkansız
Ulaşım herkes için sorun. Çalışan işçi sabah işe ulaşamıyor, anne çocuğuyla doktora gidemiyor, yaşlı bir yurttaş hastaneye ulaşamıyor. Yaşamın ritmi bozulmuş, insanlar yorgun ve çaresiz.
Yokluk, Yoksunluk, Yalnızlık
Bölgedeki yaşam yalnızca fiziki değil; duygusal, sosyal, kültürel olarak da yıkıma uğramış. Sinema, tiyatro, kütüphane gibi kültürel alanlar zaten yok. Ama asıl kayıp, insanların içindeki sosyal bağın ve geleceğe dair umudun kopuşu. Herkes kendi evinin enkazında sessizce direniyor.
Sonuç yerine:
Bugün deprem bölgesinde temel ihtiyaçlar hâlâ karşılanamıyorsa, yalnızca ev değil, hayat da yeniden kurulmamış demektir. Biz inşaat sendikaları olarak sadece betonun değil; emeğin, yaşamın, hakkın peşindeyiz. Sosyal adalet, toplumsal eşitlik ve insanca yaşam olmadan hiçbir yeniden inşa süreci tamamlanmış sayılamaz.
İnşaatı bitmiş bir bina, içi boşsa sadece duvardır. Hayatla dolmayan her duvar, aslında bir başka enkazdır.