YouTube’ta gösterime girmesiyle bir kez daha izleme şansı bulduğumuz Ferit Karahan’ın Okul Traşı filmi yatılı okullarda, çocukların maruz kaldığı şiddeti, faillerin acizliğini, çocuklara yönelik biyoiktidar düzeneklerinin nasıl işlediğini ahlaki ve politik bağlamlarıyla sarsıcı bir şekilde aktarıyor.
Filmin en etkileyici sahnesi, küçük bir çocuğun hasta arkadaşını omuzlamak zorunda kaldığı o kısa, ama asla bitmeyen andı. O anda sanki aydınlanma tosluyor, modern devlet çöküyor, ahlak çürüyor. Tam da o anda absürd rutinin kesintisiz işlemesi ve kıyametin bir türlü kopmaması gündelik yaşamımızın soğuk rutinleriyle de fazlasıyla örtüşüyor.
Hapishane, hastane, fabrika ve kışlaların yanı sıra modern disiplin ve ceza ekonomilerinin merkez üslerinden biri okullardır. Yatılı okullar ise modernitenin dışına çıkartılarak kampa (belirsiz bölge) dönüştürülen izole mekanlar olarak tasarlanmış. Bu mekanların birincil önceliği kurbanların değersizleştirilmesidir.
Uzun süre yatılı okulda çalışan bir eğitimci olarak buralardan öğrendiğim en keskin hakikat şuydu: Bir çocuğun kendisini değersiz hissetmesinden daha korkunç bir şey olamaz. Değer, modern toplumlarda bir çok kurum, görevli ve yasa eşliğinde bükülen bir pratiktir. Kamp ideolojisiyle idare edilen yatılı okullar bir toplum kırım tekniği olarak değersizleştirmenin en radikal merkezlerindendir.
Okul traşı, yatılı okulların nasıl bir “ceza kampına” dönüştüğünü, buzdağının görünen kısmı olan sembolik cezalandırma (değersizleştirme) üzerinden aktarıyor. Esasen soğuk su ile banyo cezası sadece okullarla sınırlı olmayan iktidarın ceza ekonomisinin en yaygın pratiğidir. Hakeza saç kazıtma cezası da Kürt çocuklarının hem eğitim gördüğü okullarda hem de evlerinde maruz kaldığı bir ceza pratiğidir. Kampın şöhretli disiplini yetişkin toplumun zihnine de kazıtılmış ve bir sosyoloji yaratmıştı.
Bu nedenle şiddetin faili sadece kamp görevlileri değildi; devlet disipliniyle zihinleri sapmaya uğramış, dinsel ahlakla duyguları maniple edilmiş “eti senin kemiği benim” mottosunun yetişkin bireyleri de (baba, amca, dayı, abi) bu rutin şiddetin failleridir. Zira modern toplumda sadece okullar değil evin, köyün, mahallenin kısacası habitatın kendisi de yabancılaştırılmalıydı; ceza disiplini ile sterilize edilerek sevgiden, merhametten arındırılmalıydı. Kamp ideolojisinin en barbar pratiklerinin uygulandığı Auschwitz ve 5 nolu Diyarbakır cezaevlerindeki şöhretli disiplin, tüm toplumun bedenine kazıtılmalıydı.
Yaşamın en kırılgan aşaması olan çocuklukta, disiplinel paradigmanın toplumdan aldığı sahte rıza ve geleneksel kamp şiddetinin konsensüsüyle, devletin ve devletli yetişkinlerin güç gösteri yaptıkları bir bölge olarak tasarlanan çocuk bedenleri YİBO’larda yıllarca ıslah edildi. Disiplinel pratik, ortak failler kümesinin idaresinde çirkin, mide bulandırıcı ritüellerle çocukların en hassas bölgelerine kazındı. Bu nedenle modern şiddetin organizasyonlarında yer alan, onaylayan veya nötr kalan hiç kimse masum değildi. Masumiyet sadece çocuklara aittir.
Kamp estetiği insanlığın düşüşüydü. Bir insanın kendisinden, çevresinden ve dünyadan nefret etmesini sağlamak ancak insanları böylesi kamplara kapatarak olabilirdi. Arendt’in kötülüğün sıradanlığı metaforu bağlamında YİBO kampları spesifik şöhretin mimarisiyle ayakta kalıyordu. Bir suçlar ve suçlular mutabakatının sergilendiği bu mekanlarda iktidarın gözüyle bakıldığında ortada herhangi bir suç görünmüyordu; bilakis devlet fedakarlık yapıyordu. Suçu ve suçluyu görünmez kılan, kötülüğü sıradanlaştıran bu müesses nizamın ideolojik perspektifiydi. Oysa insanlar sistemin nesneleşmiş çarkları değildir. Bu mantık iktidar karşısında insanı ahlaki ve iradi olarak imha eden, bununla da sınırlı kalmayıp totaliter zihniyeti meşrulaştıran bir mantıktır. Tek başına bir insan, tek başına bir öğretmen bile çok şeyi değiştirebilir.
Kürt aileleri yıllarca çocuklarını okullara ve camilere gönderdiler. Sürü muamelesinin yapıldığı bu asimilasyon merkezlerinde, seküler-teolojik bir koalisyonun diktasında çocuklar adeta sömürge hukukuna tabi tutuldu. Karanlık ve soğuk geceler, korkular, zorunlu sabah namazları, zorunlu temizlik seansları, çalışmayan kaloriferler, yanmayan sobalar… Bu işkenceyi çocuk neşesiyle aşmaya çalışan çocukları aşağılayan sömürge memurları, sömürge teologları… İyi evlat, iyi yurttaş, iyi mümin yetiştirme saçmalığıyla minicik bedenlerin maruz kaldığı insanlık dışı şiddet ritüelleri… Sonuç olarak kötü beslenme, uykusuzluk ve yorgunluğun tetiklemesiyle gece yarısı başlayan ve hiç bir zaman geçmeyecek olan şiddetli karın ağrıları ve travmalar…
Kampların tedrisatından geçen kuşakların, hayatlarının önemli bir bölümünü her şeyden ve herkesten nefret ederek geçirdiklerini düşünüyorum. Zira bir kitlenin önünde defalarca zorla traşlanan ve aşağılanan bir kuşak normal olamaz. Derin izler bırakan ölümcül kamp pratikleri bir kuşağın aşılamayan travmalarına dönüştü. Yüzbinlerce çocuğun bu çıldırtan mekanlarda yaşamak zorunda bırakılması ahlaki ve politik bir sorundu. Okul Traşı yatılı çürümeye atılmış gecikmeli bir neşter olarak sinema tarihine geçmiş ve bizlere belli sorumluluklar yüklemiştir. Bu bağlamda çocukların kendilerini değerli hissettiği; aşağılanmadığı, üşümediği, aç uyanmadığı demokratik okullar demokratik toplumun temel hedeflerinden biri olmalıdır.