Türklerle Kürtlerin bin yıllık ortak tarihinin 900 yılında akla, mantığa ve vicdana sığmayan inkârcılık siyasetinin yeri yoktu. Sayın Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısı demokratik Türkiye’nin ve yeni bir Ortadoğu’nun kapılarını araladığımız bir milat olsun. Halklarımız dünya durdukça eşit, özgür ve kardeşçe birlikte yaşasın. Her biji aşiti!
Hasan B. Karabey*
Türk ve Kürt tarihsel ittifakı Selçukluların Dandanakan Savaşı’nı (1040) kazanarak Horasan’a hâkim oldukları dönemde başlıyor. Selçuklular İslam’ı bu süreçte kabul ettiler. 1058’de Tuğrul Bey’e Halife tarafından hükümdarlık tacı giydirildi ve “İslam’ın koruyucusu” ilan edildi. Bizans İmparatoru’na gönderilen aşağıdaki mektubunun bu dönemde kaleme alındığı kabul ediliyor. (İmparator) “Bilsin ki, Yüce Allah bizi İran hükümdarlarının mülküne yerleştirdi ve hilafet tahtını müdafaaya ehil kıldı. Bizi, kınından çekilmiş, keskinliği körelmeyen bir kılıç ve sönmeyen bir ateş kıldı. Bize, büyük zaferler ve muvaffakiyetler ihsan etti. Bizim çelik kolumuzu, her yere yayılan, ölüme meydan okuyan, yüce dağlarda ve engin denizlerde ilerleseler dahi (oraları) müreffeh kılan, pazuları kuvvetli Türkler, Deylemliler ve Kürtlerden çeşitli aşiretlerle güçlü kıldı.”
Türk-Kürt ittifakının ilk belgelerinden biri olan bu mektubun yazıldığı dönemde İslam dünyası kriz içindeydi. Abbasi Devleti çökmüştü, mezhepçilik yayılıyordu ve Mısır’daki Şii Fatımi hilâfeti etkin bir güç durumundaydı. İslam dünyasının iç krizi Haçlı Seferleri ve Moğol istilası gibi büyük felaketlerin de yaklaşmakta olduğu düşünülürse birkaç yüzyıla yayılacak çok daha derin bir krizin henüz ilk aşamasıydı.
Diğer taraftan, tarihçiler bu dönemi özellikle Sünni İslam açısından krizden çıkışın başlangıcı olarak da değerlendiriyor. Türklerin İslamiyeti kabulü ve Türk-Kürt ittifakı dengeleri müslümanlar lehine değiştirmişti.
Malazgirt ve Kürtler
Malazgirt Savaşı’nda Bizans güçleri 70-75 bin askerden oluşuyordu. Bizans ordusunda düzenli Rum ve Ermeni birliklerinin yanı sıra paralı Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü, Uz, Peçenek, Kuman ve Kıpçak askerleri de vardı. Selçuklu güçleri ise 30-40 bin civarındaydı ve bunun 10 bin kadarını Kürt Mervani Emirliği’nin savaşçıları oluşturuyordu.
Peçenek, Uz, Kıpçak ve Kumanlar Selçukluların Türkçe konuştuğunu görünce savaş sırasında saf değiştirdiler. Bizans’la yaşadıkları sorunlar yüzünden savaşa gönülsüz dahil olan Ermenilerin de çekilmesi savaşın sonucunu belirledi. Anadolu kapıları Kürtlerin de yoldaşlığı sayesinde artık Türklere açılmıştı.
Haçlılara karşı birlik
Selçuklu Devleti büyük bir imparatorluğa dönüştükten sonra iç ve dış sebepler yüzünden gerileme dönemine girdi. Haçlı Savaşları da bu dönemde başladı.
Haçlı Savaşları denince dünyanın aklına Selahaddin Eyyubi geliyor. Eyyubi, Nureddin Zengi’ye bağlı komutanlardan biriydi. Bir kuşak önce Kürt Eyyubiler Türkmen Zengilerin hayatını kurtarmış böylece iki aile arasında dostluk kurulmuştu. Nureddin Zengi hayatını kaybedince komuta Selahaddin Eyyubi’ye geçti. Emir Selahaddin Mısır’daki Fatimi hilâfeti devrini sona erdirdi ve Kudüs’ü Haçlılardan kurtararak adını tarihin en büyük komutanları arasına yazdırdı.
İbn-i Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözünü “halkların ve devletlerin kaderini jeopolitik belirler” şeklinde de okuyabiliriz. Türklerin bölgeye gelişinin hemen akabinde Kürtlerle yakınlaşması jeopolitik bir zorunluluktu. Dış tehditlerin yanısıra Arap kavniyetçiliği ve Şii yayılmacılığı iki halkı doğal müttefik haline getiriyordu.
Osmanlı ve Kürtler
16. yüzyılda Safevi yayılmacılığı Kürt beyliklerini sömürge durumuna düşürdüğünde Kürt beyleri İdris Bitlisi’yi Osmanlı Sultanı Selim’e elçi olarak gönderdiler. Selim, Bitlisi’ye altına imzasını attığı boş kağıtlar verdi. Bu jest Kürtlerin özerkliğine saygı gösterildiğinin ifadesiydi. Osmanlı da doğu sınırlarının güvenliğini sağlamış oluyordu.
Dünya Savaşı yaklaşırken Sultan Abdülhamid Kürtlerle bağları güçlendirmek için gayret sarfetti. Onu deviren İttihat ve Terakki’nin Türkçülüğe yönelmesi sıkıntılar yaratmış olsa da Türkler ve Kürtler dünya savaşında ve ardından Milli Mücadele döneminde tek vücut olarak savaştılar. Erzurum Kongresi delegelerinin yarısı Kürt’tü, Milli Mücadele Meclisi’nde yetmişin üzerinde Kürt vekil vardı.
Kemalizm ve Kürtler
Mustafa Kemal ve çevresi iktidarı ele geçirene kadar, Kürtlere karşı dikkatli bir siyaset izlediler. Kemal Paşa 1923’te gazeteci Ahmet Edip’e (Yalman) verdiği demeçte, “Anayasamız gereğince bir çeşit muhtariyet oluşacaktır. Kürtler kendilerini özerk olarak yönetecektir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.” diyordu.
Gerçekten de 1921 Anayasası vilayetler için geniş ölçüde “muhtariyet” öngörüyordu. Ancak Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile birlikte demokratik yaklaşım terk edildi.
Emperyalizm ve Kürtler
Kürdistan zengin petrol kaynaklarına sahipti ve büyük güçlerin Kürt siyasetini belirleyen ana faktör buydu.
Britanya açısından bir diğer önemli mesele ise Hilafet’ti. Hint müslümanlarının Hilafet’e bağlılığı “taçtaki mücevher” Hindistan’ı müslüman azınlığa dayanarak sömüren Britanya açısından sıkıntı yaratıyordu.
Britanya yönetim çevrelerinde Kürt meselesi yoğun olarak tartışıldı. Arnold Toynbee ve Mark Sykes gibi etkili isimler Britanya’nın hamisi olacağı Kürt devleti seçeneğini savunuyordu. Böylece petrole erişim kolaylaşabilir ve Türklerle Araplar arasında bir “tampon ülke” kurulmuş olurdu.
Bu seçeneğe itiraz edenler Kürdistan’daki aşiret yapısının işi zorlaştırdığını savunuyorlardı ancak asıl sorun “Lawrance yöntemlerinin” Kürtler arasında sonuç vermemiş oluşuydu.
Lozan’a gelindiğinde Britanya’nın tavrı değişmişti. Görüşmelerde Kürtlerin hakları gündeme gelmedi ve Ankara’nın tezleri sessizce kabul gördü. Musul meselesi ise yoğun biçimde tartışıldı. Britanya petrol hesaplarının yanısıra Şii çoğunluğu Kürt nüfusuyla dengelemek istediği için de Güney Kürdistan’ın Irak’a bağlanması konusunda ısrarcıydı.
Sürecin nihayetinde Hilafet ilga edildi, böylece İngilizler Hint Müslümanlarının, Fransızlar ise Hilafet’e bağlı Suriye Araplarının baskılarından kurtuldular. Güney Kürdistan Irak’a bağlandı ve petrol İngilizlere kaldı. Britanya umduğundan da büyük bir zafer kazanmış oldu. Karşılığını da Kemalist rejimi himaye ederek verdi.
Kürtler ise doğal zenginliklere sahip olmanın ve kaderini Türklerle birleştirmenin “cezasını” ata toprakları bölünerek, kimlikleri inkâr edilerek ve zulüm görerek ödeyecekti.
Ulus-devlet ve Kürtler
Kemalist ideologlar Kürtlere yönelik inkâr siyasetinin “ulus-devlet inşa sürecinin zorunlu sonucu” olduğunu; baskı ve zulmün ise “dönemin koşulları içinde değerlendirmesi gerektiğini” anlatıyorlar. Cumhuriyet kurmak için Kürt halkının kimliğini inkâr etmek, doğal haklarını gasp etmek ve Türk kimliğini zorla dayatmak elbette gerekli değildi. Ayrıca dönem Wilson ve Lenin’in etkisiyle “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın genel kabul gördüğü bir dönemdi. Nazizm’in ve otoriter rejimlerin yükselişi 1929 Büyük Buhranı ertesinde ve büyük ölçüde bu sebeple gerçekleşmişti.
Cumhuriyet’in kuruluş dönemine baktığımızda Anadolu Rumlarının zorunlu mübadelesi ile başlayan, İstiklal Mahkemeleri ve Şark Islahat Planı ile müslümanlara ve Kürtlere yönelen, Trakya Pogromu ile Yahudileri, Dersim Soykırımı ile Alevileri hedef alan, Varlık Vergisi gibi ırkçı uygulamaları gündeme getiren kısaca dayandığı azınlık dışında bütün topluma kan kusturan bir rejimle karşılaşıyoruz. Meşruiyeti zayıf azınlık iktidarı beka sorununu diktatörlükle çözmeye çalıştı. Dönemin hegemon gücü olan Britanya’nın himayesi zulmün acımasız biçimlerde yürütülmesine imkan sağladı. Yanlış formatlanan Cumhuriyet statükonun ömrünü uzattı.
İnkâr parantezini kapatmak
Türklerle Kürtlerin bin yıllık ortak tarihinin 900 yılında akla, mantığa ve vicdana sığmayan inkârcılık siyasetinin yeri yoktu. “Kürdistan” terimini ilk kez kullanan Selçuklulardı. Son yüzyıl Türklerin tarihinde utanç verici bir parantezdir.
Tarih bilincine sahip hiç bir müslüman ve Türk, Kürt halkının kimliğinin inkâr edilmesini içine sindiremez. Hele de Türklüğün baskı ve zulümle dayatılmasını hiç kabul edemez. Bu her şeyden önce kendi öz kimliğine saygısızlıktır.
Cumhuriyet boyunca süren Kürt isyanlarının sebebi inkâr ve zorla asimilasyon siyasetiydi. Ve bugün son ve en büyük Kürt isyanının lideri Abdullah Öcalan inkârcılık parantezinin kapatılması ve Kürtler ile Türkler arasında “Ortak vatan, demokratik Cumhuriyet” temelinde yeni bir birlik tesis edilmesi için tarihi bir sorumluluk üstleniyor.
Kemalist inkâr siyaseti tarafından teslim alındığında Türkiye savaşta bitap düşmüş ve yenilmiş, 7-8 milyon nüfuslu yoksul bir ülkeydi. Öncesinde Osmanlı borç batağına saplanarak fiilen yarı sömürge durumuna düşmüştü. Yüzyıl sonra bugün artık başka bir Türkiye var. Türkler de Kürtler de değişti. En basitinden İstanbul artık en büyük Kürt şehridir. Kürt seçmenin tercihi hükümetleri belirliyor.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın tarihi çağrısı “bebekten katil yaratan karanlık çağını” kapattığımız; demokratik Türkiye’nin ve yeni bir Ortadoğu’nun kapılarını araladığımız bir milat olsun. Halklarımız dünya durdukça eşit, özgür ve kardeşçe birlikte yaşasın. Her bijî aşiti!
* Sosyalist Alternatif dergisi editörü