Türkiye, bir kez daha Türk-Kürt ittifakı ekseninde Kürt sorununun çözümünü konuşuyor. Türk-Kürt ittifakının merkezi bağlamlardan biri olmasının nedeni, bu coğrafyanın yüz yıl sonra bir kez daha bölgesel ve küresel gelişmelerden kaynaklı ciddi bir risk alanı haline gelmesidir.
Türk-Kürt ilişkileri cumhuriyetin kurulduğu günden beri modern dönem paradigmasının izlerini taşıyor. Kürtlerin varlık olarak kabulü ve tanınma gibi iki aşamalı mücadelesinde artık bir noktaya gelinmiş durumda. Sadece Türkiye değil, tüm dünya halkları ve güçleri Kürtleri bir halk olarak tanımıştır. Yüz yıllık ihtilaf sürecinde Kürtlerin siyasal başarısı bu iki aşamayı da geçmeleridir. Artık hem ulusal hem bölgesel hem de küresel düzeyde bir Kürt realitesi vardır.
Yüzyıl süren ihtilaf sürecinde devlet, Kürt varlığını kabullenmeme ve tanımama konusunda büyük ısrar etmiş ve enerji harcamıştır. Güneş dil teorilerinden silahlı çatışmalar ve kayıplara kadar geniş bir yelpazede her türlü fikri ve pratik karşı koyuşu gerçekleştirmiş ama geldiğimiz noktada Kürt realitesinden kaçış olmadığını görmüştür.
İhtilafın siyasal arka planı olan katı merkeziyetçi ulus-devlet formu Kürt realitesinin tanınması üzerinden hem devletin karakterini hem de ulusun kapsamını değişime zorluyor. Öte yandan Kürt ulusal bilincinin sosyolojik gelişim ve dönüşümü, devlet görmezden geldiğinde yeni ve yakıcı sorun alanları yaratacak bir düzeye geldi.
Bugün, yüz yıllık ihtilaf sürecinin sonunda yeniden bir ittifak zemini ortaya çıkmıştır. İçerideki tanınma mücadelesinin başarısı, ulusal çoklu krizler ve krizleri yönetme kapasitesinin zayıflığı, bölgedeki riskler ve küresel siyasetteki fırtına bu ittifakı mümkün kılan zemin olmuştur.
Bugün ittifaka geçiş süreci önemli sınamalarla karşı karşıyadır. Bu sınamaları yapısal ve konjonktürel olarak ikiye ayırmak mümkündür. Yapısal sınamaların temelinde iki önemli tarihsel-siyasal olgu vardır. Birincisi, Türklük ethosunun yüz yıllık “imtiyazlı” halinden vazgeçişi gerektirecek bu süreçte gelişme ihtimali olan Türklük direncidir. İkincisi ise yıllardır devlete kutsiyet atfeden ve onunla psikanalitik anlamda “baba-oğul” ilişkisi kuran zihin dünyasından türeyecek “eşitlenme” fikrinin ortaya çıkaracağı karşı çıkışlardır. Yani Türklük üzerine kurulan ulusu demokratikleştirme, devleti ona atfedilen aşkın anlamlardan kurtarıp demokrasiye duyarlı hale getirecek gelişmelere karşı dirençler önemli yapısal sınamalar olacak.
Konjonktürel açıdan mevcut sürecin tarihsel ittifaka ve barışa evirilmesi önündeki en büyük sınama iktidarın bekası ile devletin bekası arasındaki açı farkıdır. İktidarın, yeni paradigmanın üreteceği siyasal iklimde 2015 yılından beri kurduğu statükonun akıbetinin ne olacağına dair kaygıları olduğu görülüyor.
Yeni paradigmanın Türkiye sistemi ve toplumu için demokratikleşme, Kürtlerin tanınması, hukuk ve adaletin hakim kılınması gibi normlar ve perspektifler çerçevesinde gelişecek olması, 2015’ten itibaren kurulan statükonun değişmesine kapı aralıyor.
Değişimin ortaya çıkaracağı demokratikleşme ve adalet gibi sonuçlarla statükonun mevcuttaki faydaları arasındaki gerilimden kaynaklı bir sınama olduğu açık.
Siyasal esnekliğe sahip olmayan mevcut statükonun paradigmal değişimde kendi hayrına olmadığına inanırsa sürecin akamete uğrayabilecek bir sınamayla karşı karşıya kalabilir. Bu ihtimal, ihtilaftan ittifaka geçiş sürecinin en önemli konjonktürel sınanması olarak duruyor.
Yapısal sınamalarla mücadelenin uzun erimli bir de-kolonizasyon süreci ve orta vadeli bir anayasal mücadele olduğu açık. Oysa konjonktürel sınamanın bir akamete doğru yol almaması için an’a müdahale etmek gerekir. Konjonktürel sınamaya karşı barışı korumak ve geliştirmek için barış talebini toplumsallaştırmaya; çubuğu demokrasi, hukuk, adalet ve eşitlik değerlerine doğru sürekli şekilde bükmeye ihtiyaç var.