Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmesinden bu yana, Kürtlerin oylarını kime vereceklerine ilişkin bir çirkin tartışmadır gidiyor. Erdoğan-Bahçeli ikilisinin İBB seçimlerini kazanmak için yeni bir “Kürt Açılımı”na gideceğini, hatta Öcalan için ev hapsi seçeneğinin masada olduğunu iddia edenler bile oldu. Bu spekülasyonları yapanlar, ne HDP’nin, ne PKK’nin, ne de “HDP’ye oy veren Kürt yurttaş”ın ne dediğine bakma zahmetine katlandılar. “Kürtler”in, Öcalan, PKK ya da HDP’nin bir işaretiyle oylarını dünkü şeytanlarına verebilecek, alınıp satılabilecek bir “maraba-seçmen” grubu olarak görülmesi/gösterilmesi çok normal bir şeydi bu camialarda. Öcalan, PKK ya da HDP ise çıkarlarına göre (ki bu “çıkarlar” da çoğunlukla “Öcalan’a ev hapsi”, “Dağdakilere teslim olma karşılığı af/ceza indirimi”, “Demirtaş’ın serbest bırakılması” gibi akıl almaz bir aşağılamayı ima eden “ödüller” olarak dile getiriliyordu) Kürtleri kendi küçük hesaplarına herkese pazarlayabilecek “Haraptar Ağaları”ydı onlar için. Hayat, Kürtler ve Kürtlerin Türkiye faşizminin/Türkiye’deki yeni sömürge kapitalizminin mimarisindeki “rolü” hakkındaki “Türk kuruntuları”nı her defasında yeniden yanlışlasa da bu kesimler, durmak, usanmaksızın aynı aptalca kuruntuları tekrarlamaktan 35 yıldır bıkmıyor, usanmıyor.
Özellikle “Reis’in” Atı (ç)alıp Üsküdar’ı geçtiği “16 Nisan komplosu”ndan bu yana, “yeni rejim”in iradesini oylatma zorunluluğu hissettiği her durumda “Kürt oyu” anahtar bir konuma yerleşmesine rağmen, Kürt siyasi antitesine (varlığına) ilişkin değerlendirmelerdeki şovenist ayarsızlık, Kürtlerin siyasi kurum, değer ve simgelerine yönelik hakaretamiz tutum sürüp gidiyor.
Oysa dört işlem bilen ve az-çok basireti olan herkes biliyor ki “yeni rejimde” Kürtleri denkleme katmadan “sözde” bile olsa temsili sistemle iktidar olunamaz. Samsun’da verilen “zoraki aile fotoğrafı”na karşın, orta vadede “Cumhur İttifakı” ile “Millet İttifakı” bileşenleri arasında bir taraftan diğerine geçiş gerçekçi değil. Cumhur İttifakı ya da Millet İttifakı’nın gerçek oylarının Kürtlerin siyasi varlığıyla olumlu bir ilişki kurulmadan %50’nin üzerine çıkabilmesi mümkün değil, bundan sonra da olmayacak.
Kürtler sadece temsil alanında kilit rolde değil. Türkiye’de hüküm sürecek herhangi bir iktidar için. “Türkiye Kürtleri”nin iradesini dahil etmeden Ortadoğu’nun siyasi denklemlerinde ayakta kalmak da neredeyse imkansız.
Türkiye faşizminin iktidarı da düzen içi muhalefeti de bu gerçeğin farkında. Ama farkında oldukları bu gerçeği siyasi taktiklerine dahil etmeye kalkıştıklarında gerçek olmayan bir “Kürt”le konuşuyorlar. Uzaktan bakıldığında, her iki taraf da (AKP-MHP de CHP-İYİP-SP de) hayali biriyle konuşan şizofrenleri andırıyorlar.
Şu iki gerçek (ve bunlara ait olup buraya sığdıramadığım kapsamları) kabul edilmediği sürece “Türk siyasetinin” Kürtlerle gerçek bir siyasi diyalog kurmasının da imkanı yok:
Birincisi Türkiye Kürtleri, Türkiye toplumunun politik bakımdan en gelişmiş (eskilerin deyimiyle “tekemmül etmiş”) grubu. Türkiye siyasi haritasında, Kürtler kadar geniş bir siyasi araçlar setini, bütün koşullar altında kendilerine siyasi varlık ve güç kazandıracak şekilde kullanabilen bir başka “politik toplum” yok. Bu “politik toplum”, Türkiye’nin geri kalanıyla karşılaştırıldığında, kendi kendine ürettiği güçlü bir demokratik siyaset temeline sahip. (Sözünü ettiğim üstünlüğün göreli bir üstünlük olduğunu tekrar belirteyim.) Yani Kürt siyasi antitesi varlık/sürdürülebilirlik sorununu, Türkiye’deki bütün diğer siyasi aktörlerden daha kalıcı bir biçimde çözmüş durumda.
İkincisi, (doğru/uygun bulursunuz ya da bulmazsınız) Kürt siyasetinin kurumları ve misyonları, ideolojik-politik bakımdan ilkeli, istikrarlı ve tutarlı bir çizgiyi uzun bir süre koruma yeteneği bakımından Türkiye siyasetinin bütün diğer kurumlarından daha güçlü. Dışardan ve “içerden” esen bütün rüzgarlara karşın, kendilerini “radikal demokratik bir özgürlük hareketinin” bileşenleri olarak konumlandırıyor ve bedeli ne ise yıllardır ödüyor. Bu kurumlar ve misyonlar Kürt toplumunun son 35 yıldaki büyük dönüşümünün öz-bilincini inşaa eden kurumlar ve karşılıklı olarak birbirlerinin rollerinin, değerlerinin farkındalar. Kürt halkı da on yıllar içinde bu pratiğe dayanan bir “kıymetlendirme”yi bilincine, benliğine sindirmiş durumda. Dahası Kürtler, kurumlarına ve misyonlarına yönelen (doğrudan ya da dolaylı) düşmanca, aşağılayıcı, yok sayıcı tutumları kendi bireysel siyasi varlıkları ve kimliklerine yönelik tutumlar olarak algılıyor, kaydetiyor ve (aktif ya da pasif ama mutlaka) bir karşı tutum üretiyorlar.
Mevcut iktidar koalisyonu bu gerçeklerle savaş üzerine kurulduğundan, bu gerçeklerle barışarak varlığını sürdüremiyor. (İktidarın bu doğası bir hafta bile gizlenemiyor, “Samsun/Halfeti fotoğrafları” olarak hemen yüze vuruyor.) Ama mevcut düzen içi muhalefet koalisyonu da bu gerçekleri kabul etmeye hazır olmadığını her adımda gösteriyor. Kürt siyasi antitesi, kurulu düzeni (Türkiye faşizmini, yeni sömürge kapitalizmini) varlığını reddettiği/sindiremediği, ama içine almadan da varlık sorununu çözemediği bir antagonizmaya (yok edici çelişkiye) sokuyor.
Bütün unsurlarıyla Kürt siyasi antitesi, Türkiye faşizmi karşısındaki konumunun farkında görünüyor. İktidarın habaseti de muhalefetin riyası da bu gerçekle eninde sonunda yüzleşecek.
* “Türkler” derken, islamcı/ırkçı faşistten, merkez sağ sosyal demokrat ya da sosyalist ve hatta “komünist”lere uzanan bir yelpazeye yayılan ve siyasi fikriyatını, kurulu düzenin “Türklük” kavramını bireysel siyasal kimliğinin temel bir referansı olarak kabul eden herkesi kastediyorum. (Herkesin çelişkisi kendine.)