Bize düşen de insanlık tarihinde 400 yıl gibi kısa bir zaman diliminde yer almasına karşın ezeli ve ebedi bir kurummuş gibi düşünülen hapishaneye karşı düşünme pratiklerini arttırarak hapishanesiz toplum tartışmalarını yaygınlaştırmaktır. Çünkü unutmamak gerekir ki ‘tutsaklık, suçun kendisi kadar barbarcadır’
Esra Bilen*
Yaklaşık üç ay önce müdafiilik yaptığı dosyanın karar duruşmasında savunma yaparken gözaltına alınan sevgili avukat arkadaşımız, yoldaşımız Bedirhan Sarsılmaz mesleki faaliyetleri kriminalize edilerek tutuklanmış ve hala Silivri 5 No’lu hapishanesinde tutulmaktadır. Bedirhan, tutuklanma kararını “Bugün ben avukatlık pratiğimden dolayı tutuklandım. Bu benim için ancak mücadele gerekçesi olur ve benim için bir onurdur. Baş eğmedik eğmeyeceğiz.” sözleriyle karşılamıştı. Tutukluluğunu mücadele gerekçesi yapanların geleneğinden gelen arkadaşımızın, içinde tutulduğu hapishane koğuşunu mücadele alanına çevirdiğini, geçtiğimiz hafta yine bu köşede yazdığı “Örgütsel Havuç ve Hapishaneler” yazısıyla görmüş olduk. Bedirhan yazısında, zafer işareti şeklindeki bir havucun dahi tehlikeli görülüp çöpe atıldığını söyleyerek hapishane mekanının ne kadar absürt ve akıl dışı bir yer olduğunu gözler önüne serdikten sonra yazının sonunda hapishanelerin örgütlü insanlar için iradesizleşme ve etkisizleşme yerleri değil, bilakis büyük toplumsal atılımların gerçekleştiği üretim mekanları ve politik okullar olduğu tespitinde bulunuyor. Bu yazı da bu tespitten yola çıkarak hem arkadaşımızın haksız tutukluluğuna bir kez daha dikkat çekmek hem de onun bıraktığı yerden bir kez daha hapishaneler üzerine düşünme denemesi olarak yazılmıştır.
Hapishanelerin büyük direnişlere sahiplik yaptığını 90’lı yıllarda tutuklanıp idare ve gözlem kurulları adı verilen ve kendilerini yargı üstü bir yerde konumlandırarak eşi benzeri görülmemiş hukuksuzluktaki kararlara imza atan kurulların engellemelerini aşıp tahliye olabilen mahpusların sözlerinde görebiliyoruz. Kişiyi ve kişiliği yok etme üzerine kurulu olan hapishanelerde 30 yıl boyunca kalmasına rağmen sözlerinden ve eylemlerinden toplumsal iyiliği ve güzelliği eksik etmeyerek yok edilmeye çalışılanın nasıl daha çok var olduğuna onlarla şahitlik ettik. 30 yıl boyunca maruz kaldıkları insan-dışılaştırma politikalarına karşı en güçlü insani yönleriyle çıkıp verdikleri demeçlerinde bu politikaları nasıl un ufak ettiklerini ve yine aynı ruhla capcanlı çıktıklarına şahitlik ettik. Mücadele sayesinde duyguda ve ruhta aynı dirilikte kalmayı başarmış olsalar da elbette mekandan ve zamandan azade olmadıkları için çeşitli sağlık sorunlarıyla birlikte çıkan mahpusların sayısı da az değil. Hapishanelerde fiziksel sağlığın bozulmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu anlamak ise hapishanenin işlevini ve içinde üretilen “şiddeti” anlamakla mümkündür.
Şiddet bir bireyin bilinç düzeyindeki seçiminden bağımsız, bir durumu ya da davranışı kabul ettirmekle başlar. Sonraki aşamada şiddet, dayatma ve zor kullanılarak bu bireye acı çektirmeye, zarar vermeye, işkence yapmaya hatta öldürmeye yol açabilecek bir eyleme dönüşebilir. Bu, kişisel iktidar türlerinden kurumsal iktidar alanlarına kadar uzanarak geniş bir yelpaze içinde tahakküm ve otorite kurmayı amaçlar. Bu durumda toplumun ve toplumsal yapının hiyerarşik ilişki biçimlerinin tümünde şiddet olduğu söylenebilir. Ancak gündelik yaşamın parçalı yapısı gereği (ev, iş, okul vs) bu kurumlardaki ilişkilenmelerde maruz kalınan şiddete farklı zaman ve mekanlarda kısmi olarak maruz kalınır. Kısmi olarak maruz kalınmadığında dahi şiddetin sonuçları bu bölünmüşlük içerisinde hafifletilebilir (güvenli bir mekâna geçerek, farklı insanlar görerek). İşte hapishaneyi ve hapishanedeki şiddeti tüm bu kurum ve ilişkilerden farklı kılan şey, hapishanenin mekân ve zaman itibariyle bölünemeyecek düzleme sahip olmasıdır. Orada işkenceye maruz kalan mahpusun başka bir mekâna gitme veya güvendiği, sevdiği insanları görme şansı yoktur. Hapishane kuruluş mantığı itibariyle yoğunlaştırılmış şiddet mekanlarıdır.
Freire tarihte hiçbir zaman şiddetin ezilenlerden kaynaklanmadığını savunur ve der ki: Şiddet; ezen, sömürenlerin, ‘’ötekileri’’ kişi saymayanlarca başlatılır. Despotizmi başlatan, zulmedilenler değildir, zalimlerdir. Nefreti başlatan, horlananlar değil, horlayanlardır. İnsanı olumsuzlayan, kendilerine insan olma hakkı tanınmayanlar değil, onlardan insanlığı esirgeyenlerdir (bunlar böylece kendi insanlıklarını da olumsuzlamış olurlar). Güçlünün egemenliği altında zayıf düşürülmüş olanlar değil, onları güçsüz kılmış güçlülerdir zor kullanan. Sümerlerden başlayan Antik Yunan, Roma, Bizans İmparatorluğu’yla devam edip günümüze gelen süreçte, toplumsal düzene veya kralın/imparatorun düzenine aykırı davranıp suç ile ilişkilendirilenlerin veya yargılamaya tâbi tutulanların belirli sürelerle kapatıldığı mekanlar olarak karşımıza çıkan hapishanelerin de her ne kadar “suçluların” kapatıldığı, dolayısıyla toplumsal faydanın sağlandığı yerler olarak gösterilmeye çalışılsa da esasında iktidara geçen egemenlerin/ezenlerin/sömürenlerin karşıtlarını kapattıkları yerler oldukları ise yine tarihsel bir gerçektir. Dolayısıyla hapishanede üretilen anlamsız şiddet sarmalının “adalet“ tecellisi olarak sunulması da bu aklın ürünüdür. Nihayetinde kesin olan şey hapsetmenin adalet saikiyle değil ıslah saikiyle düşünülen bir polis icadı olduğu gerçeğidir.
Bu gerçekliği unutmadan hapishanelere amasız ve fakatsız karşı çıkıp “suç”, “ceza” ve “adalet” gibi kavramları egemenlerin bakış açısıyla değil, toplumsal bakış açısıyla ele alıp yeni tartışmalar üretmenin vakti ise çoktan gelmiştir. Elbette alternatif sistemler üzerine bir tartışma daha geniş bir yazıya konu edilebilir. Ancak sonuç yerine her ne kadar hapishanelerin bu korkunç yapısına rağmen orada bir direniş gerçekleşiyorsa da insanın ve yaşadıklarının biricikliği temelinde zafer işareti şeklinde bir havuçla dahi hesaplaşmaya çalışan bir yerin insan aklına, ahlakına ve doğasına aykırı olduğunu bir an bile unutmamamız gerekir. Bize düşen de insanlık tarihinde 400 yıl gibi kısa bir zaman diliminde yer almasına karşın ezeli ve ebedi bir kurummuş gibi düşünülen hapishaneye karşı düşünme pratiklerini arttırarak hapishanesiz toplum tartışmalarını yaygınlaştırmaktır. Çünkü unutmamak gerekir ki ‘tutsaklık, suçun kendisi kadar barbarcadır’
*Özgürlük İçin Hukukçular Derneği üyesi