Bugün ihtiyaç duyulan şey, hamasi birlik çağrıları değil; demokratik meşruiyeti olan, karşılıklı güvencelere dayanan ve hukukla çerçevelenmiş bir yeniden kuruluş sürecidir
Sinan Cudi
Mehmet Uçum’un son dönemde yaptığı “terörsüz Türkiye’ye geçiş” ve “tek meşru zemin demokratik siyaset” vurguları, yüzeyde bakıldığında yeni bir anayasal yeniden yapılanma ihtimaline işaret ediyor gibi görünse de, Türkiye’nin yakın tarihini bilenler için bu sözlerin ne denli çelişkiler taşıdığını görmek zor değil.
Çünkü aynı Uçum, demokratik siyasetin kurumsallaşması için olmazsa olmaz kabul edilen hukuk devletini sistematik biçimde ihlal eden bir siyasal mimarinin hem teorisyeni hem uygulayıcısı konumunda.
2017 Anayasa değişikliğiyle birlikte Türkiye’de kuvvetler ayrılığı fiilen sona erdi. Bu sistemin inşasında aktif rol oynayan Uçum, başkanlık sisteminin “yeni devlet” inşası anlamına geldiğini açıkça dile getirdi. Hukukun üstünlüğü ilkesini yıpratan bu sistem, yargının bağımsızlığını ortadan kaldırmış, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve yüksek yargı organlarını yürütmenin denetimine sokmuştur. Uçum’un, AYM kararlarını hedef alarak “sistem içi muhalefet” ifadesiyle yargı bağımsızlığını adeta sapma olarak yorumlaması, onun hukuk devleti anlayışını gözler önüne seriyor.
Ayrıca KHK rejimiyle 150 binden fazla kişinin hukuksuz biçimde ihraç edilmesi, on binlerce kişinin siyasi gerekçelerle cezaevine konulması, kayyum uygulamalarıyla seçilmişlerin görevden alınması gibi pratikler, doğrudan bu siyasal anlayışın sonucudur.
Tüm bu uygulamaların meşrulaştırılmasında, Uçum’un kaleme aldığı anayasa yorumları, “cumhurbaşkanlığı sistemi” teorisi ve “reform” adı altında yapılan yasal düzenlemeler etkili olmuştur. Bu nedenle onun “hukuka dönüş” ya da “demokratik siyaset” vurguları, samimi bir yönelimden çok sistemin meşruiyet krizini yeniden yapılandırmaya dönük söylemsel manevralar olarak değerlendirilmektedir.
Bununla birlikte, özellikle 2013-2015 Çözüm Süreci, Kürt meselesinin demokratik siyaset içinde çözümüne dönük en ciddi girişimlerden biriydi. Bu süreç, Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği diyalog ve müzakere temelli çözüm modeli çerçevesinde ilerliyordu. Ancak süreç, devlet içindeki bazı kliklerin ve doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın güvenlikçi paradigmaya dönüş kararıyla sona erdirildi. Ardından başlatılan topyekun savaş süreci, sadece Kürt hareketini değil, aynı zamanda tüm muhalefet dinamiklerini hedef alan otoriter bir rejimin inşasına dönüştü.
Bugün gelinen noktada, iktidar cephesi bir kez daha “demokratik siyaset”e atıf yapıyor. Ancak bu çağrının, fiilen siyaset alanını daraltan uygulamalar eşliğinde yapılıyor oluşu, açıklamaların samimiyetini sorgulatıyor. Bu nedenle “demokratik siyaset” çağrısı, ancak hukuki ve anayasal güvence altına alınmış, eşit yurttaşlık temelinde çoğulcu bir sistemle gerçeklik kazanabilir.
Öte yandan 27 Şubat çağrısıyla başlayan ve PKK’nin 12. Kongre kararlarıyla parti feshi ve silahlı mücadelenin sonlandırılması noktasına ulaşılması, tüm bu söylemlerin bir taktik manevradan ibaret olup olmadığını sorgulamayı da gerekli kılıyor. Öcalan’ın daha önceki çözüm perspektifleri, yalnızca silahların susmasını değil; yerel demokrasi, kimlik tanınması, dil hakkı ve toplumsal barışın inşasını kapsıyordu. Dolayısıyla bugün atılacak her adımın, bu çerçevenin inkârı değil, tersine kurumsallaşması yönünde olması gerekir.
Buradan hareketle önümüzdeki dönem için umutlu ama dikkatli olunması gereken bir süreç başlıyor. Türkiye’nin demokratikleşme eşiğini aşabilmesi için şu temel adımlar kaçınılmazdır:
– Kürt siyasal hareketinin meşruiyetinin tanınması ve kriminalize edilmemesi,
– Anayasal eşitlik ve adem-i merkeziyetçi yönetim modellerinin tartışmaya açılması,
– Öcalan dahil tüm aktörlerle müzakereyi mümkün kılacak bir hukuk düzeninin tesisi,
– Toplumun tamamını kapsayan, yüzleşmeye dayalı bir geçiş dönemi adaletinin tasarlanması.
Ancak bu şekilde “demokratik siyaset” söylemi, bir ideolojik sopa olmaktan çıkar ve hakikaten barışçıl bir toplumsal sözleşmeye dönüşebilir.
Bugün ihtiyaç duyulan şey, hamasi birlik çağrıları değil; demokratik meşruiyeti olan, karşılıklı güvencelere dayanan ve hukukla çerçevelenmiş bir yeniden kuruluş sürecidir. Mehmet Uçum’un sözleri, kendi içinde birçok çelişki barındırsa da; belki de tam da bu nedenle, mevcut sistemin kendi çıkmazlarını itiraf ettiği bir eşiğe işaret ediyor. Bu eşiği aşmak için ise cesur, akılcı ve toplumsal iradeye dayalı yeni bir sözleşmeye ihtiyaç var.
Belki de Uçum’un da bu süreçte sağlayacağı en büyük katkı, yarattığı enkazı giderebilmek için çabalayan demokrasi sevdalılarına gölge etmemesidir.