Basitçe faşizm olarak adlandırdığımız “zor” olgusu, mücadele edenler arasındaki bir “basınç” ilişkisinden başka bir şey değildir. “Zor” ile ezen egemenlerin karşısında duranların gösterdikleri ya da gösteremedikleri “basınç”; faşizmin hem karakterini hem de yöntemini belirler. Bu yüzden faşizm, emekçilerin ve ezilenlerin “kendi gerçek potansiyellerinin”, direnme kapasitelerinin sınandığı yaman bir arenadır.
Sert geçen anlarda örgütler iki tip refleks gösterirler: Birincisi, duruma denk düşen bir basınç için rolünü oynamak, ikincisi ise sorunu kategorik şekilde parçalayarak daha düşük riskli alanlarda mücadele etmektir. Halklar için tam teslimiyetten ya da rıza göstermekten daha kötüsü, sonucunun iflas olacağını bile bile düşük basınçlı bir role kendisini inandırmak ve bunu formüle etmek, etrafına da bunu “tavsiye etmek” ve “devrimci seçenek”, “yeni, yeniden” vb adlarla sunmaktır.
Ülkemiz ve Ortadoğu’da, günümüz ve son yüzyılın en önemli “Gordion düğümü” olan Kürt sorunu, çözümsüzlüğü dayatan kendisine saldıranlara, daha büyük sorunlar, daha histerik faşizm biçimleri oluşturduğu gibi sorunun etrafında utangaçça dolaşmayı seçen sistem karşıtı ve ancak Kürt sorununun çözümünü öncelikli bir sorun olarak görmeyen çevreleri bir şekilde etkiledi, etkiliyor.
Devrimci sendikalar tarihinde, mücadelenin her biçimi zorunlu olarak siyasaldır. Bizlerin; eğitime, sağlığa, adalete, hazineye, kültüre, tarıma, kentlere dair söylediğimiz her sözün sonucu siyasaldır. Dahası itiraz eden her insanın sözü siyasaldır. Bugün için, ücretler, bordro değerleri, özlük hakları, çalışma güvencesi ile demokratik durumu ısrarla ayrı kategorik değerlendirmeye tabi tutmak maalesef tarihin her döneminde olduğu gibi, “hayatı değiştirmiyor”.
Sendikalarda, konfederasyonda en üst düzeyde görevler alıp, birlikte mücadele ettiği yoldaşlarını “hakim anlayış” olarak nitelemenin yarattığı “büyük yabancılaşma da” hayatı değiştirmiyor. Emekçilerin Kürt sorunundaki almaya çalıştığı, çabaladığı tutumu, omuzlayamadığı siyasal bir yük olarak tarif etmek ise bizi gerçekliğe götürmüyor.
Kürt sorunu aynı zamanda sınıfsal bir sorundur ve siyasaldır. Tam da bu nedenle emekçiler Kürt sorununun “öznesidir”. Özne olduğunuzda, “yük”, “görev” gibi kavramlar tamamen anlamsız hale gelir.
Bu topraklarda, 90’larda cezaevlerinde katliam ile sonuçlanan açlık grevlerinden bu yana, geçtiğimiz yıllarda içinde üyelerimizin de bulunduğu kitlesel açlık grevlerinde daima söz söyledik. Katışıksız biçimde birbiri ile ilintili bu faşist ablukada, siyasal mücadelenin tüm olanaklarının tükendiği, bedenini ölüme yatıranların sesinin bile susturulmak istendiği, her gün bir gencimizin zindanlarda mutlak tecridi protesto amacıyla yaşamına son verdiği bugünlerde, tarihimizin büyük devrimci geleneklerinin mirasçısı bulunan sendikalarda bizler ne yapmalıydık? Kaldı ki, son yıllarda artarak gelişen faşist saldırılara karşı demokrasi güçleri yeterli bir direniş gösterememiş, içe büzüşmüş, kendi dar gündemlerine boğulmuş, demokrasi cephesini örgütleyememiş, örgütsüz yığınlara ulaşamamış, nicel olarak küçülmeyi yaşamış, savaş politikalarının teşhirinde etkili olamamışlardır.
Dünya ve Türkiye ölçekli kapitalizm, küresel finans, sömürü, otoriterleşme, emek alanı, işkolları, toplu sözleşme, 1 Mayıs, 8 Mart, ihraçlar ile dayanışma gibi emekçilerin tüm sorunlarının kapsamlı bir biçimde tartışıldığı KESK 9. Dönem 5. Olağan Meclis Toplantısı’nda, cezaevlerinde içinde üyelerimizin de bulunduğu tüm siyasal tutukluların en temel Anayasal ve Evrensel İnsan Hakları’nın zerresinin verilmemesine karşı alınacak bir tutumu, bedenini ölüme yatıran “Leyla GÜVEN’in isminin kağıda geçirilmemesine, ziyaret kararının alınmamasına” getirip kördüğüm etmek, sıkıştırmak, genel geçer bir yaklaşım ile geçiştirmek, bütünlüklü bir örgütsel mücadeleyi en hafif deyimiyle ötelemek demektir. İçe bükülen, kendi yoldaşını handikap olarak gören bu anlayış, tarihsel görevini yerine getiremez. Ardından kamuoyuna yönelik DSD Türkiye Yürütmesi adına yapılan açıklama ise ciddi bir talihsizliktir. Faşizm saldırıları karşısında gelişen direnişlerden uzak durmayı, o cesareti göstermemeyi “siyasal indirgemecilik” kılıfıyla ört bas etme çabasıdır. Kaldı ki, emek örgütlerine, siyasi taleplerin ölçüsünü, sınırını tarif etmek, siyasi partilere emek alanı için söz söylemede “sınır ve ölçü belirlemek” kadar izahı zor ve zaferi uzaklaştıran bir sonuç doğurur.
Açıklama asıl gerekçeyi söylememe ile de bir samimiyetsizliği gösteriyor. Direnişçi ile direnişini nesnel olarak ayıramama gerçeğine rağmen kaygı ve korkuların girdabında “siyasal talepler siyasal partilerin işidir” gibi gerekçelerle görmemezlikten gelme, dahası “KESK’e hâkim hale gelen siyasi anlayış” söylemi ile de olası yönelimlerden kendini sıyırma çabası emek mücadelesi tarihine not olarak düşmüştür. Leyla Güven’in adının sonuç bildirgesinde olmasına şerh koyarak, KESK’i tarihsel görevini yapamamakla itham etmek, üstelik bunu kadroları ile görevdeyken ileri sürmek, mücadele edenlerle KESK’i başka nesnelermiş gibi ele almak anlamına gelmektedir. Öte yandan açıklamanın neredeyse her satırına sinen “sendikalar siyasal taleplerden uzak dursun” söylemi niyetten bağımsız yandaş sendikalar ile aynı noktaya düşme tehlikesi barındırmaktadır.
Devam eden açlık grevlerinin tüm topluma, emekçilere dayatılan tecride karşı olduğu ve başarıyla sonuçlanması durumunda faşist ablukayı önemli oranda dağıtacağı bilinmesine rağmen sırf öncülük yapan siyasal düşünceden dolayı mesafeli durmanın, onun da ötesinde yokmuş gibi davranmanın izahı yapılmak durumundadır. Ciddi bir izah yapılmaması durumunda akla devletin yanı sıra dost görünüp ikinci bir tecrit mi uygulanıyor sorusu gelecektir!
Meclisler karar organıdır ve mevcut haliyle geniş tartışma, değerlendirme olanakları bulunmaktadır. Tüm süreçler tüketildikten sonra da karar aşamasına gelinmektedir. Bu aşamaya kadar hem fikirliliğin yakalanması gerektiği, yakalanmaya çalışıldığı doğrudur. Ancak günlerce, haftalarca, “isim yer almasın”ı dayatıp oluşan aksi mutabakatı “çoğunlukçuluk dayatılıyor” diye sunmak, karar alma sürecini bilinçli olarak tıkatmadır. Hem kendini kurucu temel dinamik olarak görüp, özellikle de kongreler sürecinde KESK’in ana dinamiği olarak tarif etmek hem de ciddi emek ve mücadele gerektiren bir süreç ile karşılaşıldığında, tüm yönetimlerde yer alınmasına rağmen azınlıktaymış, muhalefetteymiş gibi bir söylem ve pratik içerisine girmek açık bir tutarsızlıktır. Aynı zamanda yoldaşça ve dostça bir tavır da değildir. MYK’sında olduğunuz bir kurumda kendinizce doğru görmediğiniz bir karar çıktığında dışarıdan biri gibi alınan kararı, üstelik asıl tartışma konusunu gayet bilinçli olarak gizleyerek teşhir etmeniz direnenlere değil “dünyayı değiştirme, faşizme karşı mücadele etme” iddiasında olan sizlere zarar verir, iddianızı tartıştırır. Emek ve demokrasi mücadelesinin zorlukla yürütüldüğü, faşizmin ya da popülist yönetim biçiminin tüm karakteristik yönleriyle iktidarda olduğu böylesi dönemlerde demokrasi güçlerinin “araf’ta kalarak gücünü, kendini koruma” gibi bir seçeneği de karşılığı da yoktur!
Faşizm karşısında kendi gücünü nesnel olarak ele almak, hesaplamak bazen biriktirmeyi, nefes almayı gerektirir. Ancak son yerel seçim kampanyasında dahi olduğu gibi, iktidar aygıtının tüm saldırı dinamiklerinin “Kürt halkı ve onun demokratik taleplerini” terörize etmekten geçtiği bir ülkede, sürekli bir hesaplılık hali, faşizm karşısında asla yeterli direnişi oluşturamaz. Faşizm, sizi “nötr” alana sürükleyene dek taviz vermeye zorlar. Dilinizi, üslubunuzu daima bu faşist basınç ile “sınırlandırmaya götürür”. Bu durumda ne yaparsanız yapın nefes alamazsınız.
KESK kuruluş dinamiklerinde olduğu gibi emek alanından küresel kapitalizme, faşist rejimden Kürt sorununa dek, kendisine yönelen her hamleye bütünlüklü bir karşı koyuşu ancak ve ancak “faşizmin saldırı netliği kadar net bir direniş” ile yapabilir. “Güzel günleri görmenin”; mücadeleyi kategorize etmeden, sınıf ve siyasal mücadeleyi içinde barındıran bir yöntemle, bu ülkenin dört bir yanındaki emekçilerin hamlesi ve tüm direniş öbeklerinin barikatı daha da geliştirip yayması, sıkılaştırması ile mümkün olacağına inanıyoruz. Elbette bir adım sonrası için gerekli olan tek şeyin cesaret olduğunu bilerek… Açlık grevi direnişçilerinin “öldürürse bizi dostlarımızın sessizliği öldürür” sitemi ve eleştirisini sadece bizler değil tüm demokrasi güçleri dikkate almak durumundadır. Bu aynı zamanda insani bir görevdir.