Ulus-devletler bölge toplumlarına giydirilen birer deli gömleğidir. Toplumları çoraklaştırıp ruhsuzlaştırıyor. Restorasyon arayışları ulus-devleti bir soykırım, kadınkırım, kültürkırım, dilkırım ve ekolojikkırım rejimi olmaktan çıkaramaz
Musa Şanak
Ulus-devlet formunun restorasyon arayışları hangi ihtiyaçlardan kaynaklanıyor? Bir arayış sebepsiz gerçekleşmeyeceğine göre, bizim öncelikle bu soruya cevap vermemiz gerekir. Bunun için de devlet nedir, ne zaman icat edilmiştir? Onun sosyal gelişmeye katkısı ya da zararı ne olmuştur? Tarihsel süreç içinde nasıl bir evrim geçirmiştir? Aldığı en son biçim olan ulus-devlet formunun temel özellikleri nelerdir? Onu öncellerinden ayıran özellikleri hangileridir? vb. sorulara kısaca yanıt vermek gerekir.
En önemlisi de ulus-devletin bölgemizin tarihsel, toplumsal gerçekliğine, imparatorluk geleneğindeki çok dilli, çok kimlikli, çok inançlı yapısına aykırı oluşunun yol açtığı toplumsal kriz ve çözüm arayışlarının, isyan ve direnmelerin yarattığı sonuçlardır.
Bu ikili sıkıştırma nedeniyle ulus-devlet formunun sürdürülemezliği ortaya çıkmış, ulus-devleti kendi içinde kimi arayışlara zorlamıştır. Kendisini ulus-devletin gerçek sahibi olarak gören, kendi sınıf çıkarlarını bütün ulusun çıkarı diye lanse eden iktidar sahipleri bu durumu nasıl okumuştur? Bu arayışını nereye vardırmıştır? Öz ve biçim itibariyle nasıl bir tercihte bulunmuştur?
Biz bu yazımızda kısaca açımladığımız bu konuyu ele alacağız ve yukarıda dile getirdiğimiz soruları yanıtlamaya çalışacağız.
Devletin icadı ve anlamı
Bir Sümer icadı olan devlet en az beş bin yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir. Ziggurat’taki rahipler tarafından mitolojik olarak kurgulanıp inşa edilmiştir. Gökyüzündeki tanrısal düzenin yeryüzündeki yansıması olarak tanımlanmış ve özü itibariyle derinleşip günümüze kadar biçim değiştirerek gelmiştir. Aldığı en son biçim ulus-devlettir.
“İktidarın hukuklaşmış biçimlerinin tümüne devlet demek mümkündür.”(1) Hukuklaşmış demek, ahlaktan yoksun bırakılmış demektir. Toplumsal ahlakın yerine hukukun ikame edilmesi toplumsal yarılmayı ve yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Bundan dolayıdır ki Abdullah Öcalan, devleti sorunları kangrene dönüştürme, krize sokma ve sürdürme platformu olarak da tanımlıyor.
Kapitalist tekelciliğin daha 16. yüzyılda Hollanda ve İngiltere’de geliştirdiği devlet formu bir tür pro-ulus-devlettir. Bu pro-ulus-devlet İspanya ve Fransa’nın imparatorluk hayallerini kırmak için geliştirilmiştir. Ulus-devlet modelinin ilk örneği Fransa ulus-devletidir. Kurucusu da Napolyon’dur. “1914’e kadar Avrupa’da tamamlanan ulus-devlet süreci, 1970 başlarında da esas olarak dünya çapında tamamlandı.”(2)
Kapitalist uygarlığın temel örgütlenme modeli olan ulus-devlet ile öncelleri arasında çok ciddi farklar vardır. Köleci ve feodal dönemlerde devlet çok sınırlıdır. Devlet ile toplumsal yapıyı birbirinden ayıran kalın çizgiler var. Devletin sınıf temelini oluşturan sınıf, kentsoylu denilen en üst tabakadır.
Ulus-devletin sınıf temelini oluşturan ticari orta sınıf devasa bir büyüklüğe sahiptir. Devlet ile toplumsal yapı arasındaki sınırlar ortadan kaldırılmış. Devlet ve iktidar toplumun geneline taşırılmış. Bireyciliğin körüklenmesiyle toplumsal doku parçalanıp toplum güçten düşürülmüştür. Devlet ve iktidar mikrobunun bulaştırılmadığı tek bir fert bırakılmamıştır. Ulus-devletin temel ideolojisi olan milliyetçilik yoluyla uluslaşma adeta dinselleştirilmiştir.
Tanrı-devletin en son biçimi olarak karşımıza çıkan ulus-devletin tanrısallıkla ilişkisi sadece mitolojik, yani ideolojiktir. Abdullah Öcalan, onu “aynı zamanda devletin en tehlikeli biçimi”(3) olarak tanımlamaktadır. Hitler örneğini ulus-devletin ürettiği istisnai bir durum değil de, onun temel bir karakteri olduğuna vurgu yapıyor. Yani ulus-devletin faşizmle ilişkisi ontolojiktir.
Ulus-devlet formunun en fazla sorun teşkil ettiği alan ise Ortadoğu olmuştur. Hepsine, Sovyet blokuna karşı birer kalkan olma görevi verilmiştir. Cetvelle çizilen sınırlar; milliyetçi, dinci-mezhepçi, cinsiyetçi, iktidarcı düşüncelerin sentezinden oluşan ucube bir ideolojiyle yaratılmak istenen tek tip vatandaşlık coğrafyamızın çok renkli sosyal tarihsel dokusunu zehirlemiş, sorunları kangrenleştirip içinden çıkılamaz hale getirmiştir. Bölgede hiç eksik olmayan etnik, dinsel-mezhepsel ve sınıfsal çatışmaların beslendiği kaynak da bu gerçekliktir.
Ulus-Devletin sürdürülemezliği
Ulus-devlet günümüzde ikili bir sıkıştırmayla karşı karşıyadır. Birincisi; bilindiği gibi toplumsal problemin doğuşu doğrudan sınıf, kent ve devlet olgularının inşası ve icadıyla bağlantılıdır. Bugün karşı karşıya olup da kendimizi çözmekle mükellef gördüğümüz ve bu uğurda büyük mücadele edip büyük bedeller ödediğimiz tarihsel toplumsal sorunlarımızın tamamı bu olgularla bağlantılı ve bunlar kadar eskidir. Ağırlaşarak bugüne kadar gelen etnik, dinsel-mezhepsel, sınıfsal, cinsel, ekolojik vb. sorunlar ulus-devlet çatısı altında tam birer kangrene dönüşmüşler.
Bölgemizin çok dilli, çok kültürlü, çok inançlı, çok kimlikli olan sosyal dokusuna hiç uymayan Arap, Fars ve Türk ulus-devletleri toplumlarımıza giydirilen birer deli gömleğinden farksızdır. Dillerin, kültür ve inançların, kimliklerin yan yana ve iç içe yaşadığı imparatorluk geleneğinin parçalanarak yerine ikame edilen ulus-devletlerle toplumlar cendereye alınmış, temel dinamikleri bozuma uğratılmış, tek tipli ve kimliksiz/kişiliksiz bireyler yaratılmıştır. Toplum atomize edilerek güçten düşürülmek istenmiş ve böylece kolay yönetilir hale getirilmek istenmiştir.
Ortadoğu toplumları köklü tarihsel kültürel dokuları nedeniyle sürekli bir çırpınış içinde olmuştur. Kendisine dayatılan tek tipleşmeye tam teslim olmamış, ama değerlerini koruyarak zamanın ruhuna uygun bir yeniden inşayı da gerçekleştirememiştir. Çırpınışlar halinde ortaya çıkan direnme enerjisi ulus-devletçi ve hegomonik güçler tarafından yönünden saptırılarak kullanılmış ve bölge toplumları birbirine kırdırılmıştır. Saptırılmanın en çarpıcı örneklerinden biri de reel sosyalist bloka karşı oluşturulan Yeşil Kuşak’tır. El-Kaide, Taliban, DAİŞ, HTŞ vb. karanlık güçler hepsi bu bataklığın ürünüdürler.
Reel sosyalist etkilenmelerle ortaya çıkan sosyal hareketler de bölgenin köklü tarihsel gerçekliğini çözümlemekte yetersiz kalmış, dönemsel olarak belli bir niceliğe ulaşsalar da güçlü özgürlükçü bir geleneğe dönüşememişlerdir. Oluşturduğu “Önderlik gerçekliği” sayesinde sürekli bir değişim dönüşüm içinde olan Özgürlük Hareketi dışındaki diğer hareketlerin sistem içine savrulmaları ya da birer marjinal yapıya dönüşmeleri bu gerçeklikle bağlantılıdır.
“Arap Baharı” olarak gelişen son toplumsal dalganın bir yangın gibi nasıl hızla yayıldığını ve tüm bölgeyi sardığını hep birlikte gördük. Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği “eşitlikçi, kadın özgürlükçü, ekolojik ve demokratik toplumsal paradigma” ve “demokratik ulus” çözümünün giderek derinleşmesi ve etki alanının genişlemesi, bölge ulus-devletlerini ciddi anlamda zorlamakta ve çeşitli arayışlara zorlamaktadır.
İkincisi; küreselleşme ve Sovyet blokunun çözülmesiyle birlikte hegemon güçlerin de bölge ulus-devletlerine biçtikleri rol tamamlanmıştır. Mevcut halleriyle kendileri için verimli olmaktan çıkmışlardır. Hem sistemin çekirdek gücü ve bölgedeki temel ayağı olan İsrail’in güvenliğini tehdit eder hale gelmiş, hatta 11 Eylül saldırısında görüldüğü gibi emperyal merkezleri bile tehdit eden hareketlere kaynaklık etmiş olmaları, hem de kısmi anti-kapitalist özelliğinden dolayı ulus-devletlerin sermaye tekellerinin dilediği gibi hareket etmesini engeller hale gelmiş olmaları ulus-devletleri sistem açısından da sürdürülemez hale getirmiştir.
Körfez Savaşı ile fitili ateşlenen ve halen devam eden Üçüncü Dünya Savaşı’nın bölgeyi sistemin genel çıkarlarına göre yeniden dizayn etme, bu anlamda var olan doku uyuşmazlığını giderme kadar, ABD’nin öncülük ettiği bloka rakip olmaya çalışan Rusya vb. güçleri de hizaya çekme gibi bir amacı var.
İkili sıkıştırmanın açığa çıkardığı arayışlar
Toplumsal hareketler ulus-devletleri daha çok demokratikleşme yönünde bir değişim dönüşüme zorlarken; küresel güçler ulus-devletleri çözüp onun yerine “daha küçük çapta sınırlı ve bağımlı iktidarla yetinen devlet tipini gündemleştirmektedir.”(4) Bu iki anlayış arasındaki mücadele sivil toplum alanını klasik uygarlık ile demokratik uygarlık arasında bir çekişme alanına dönüştürüyor. Demokratik uygarlık sivil toplum alanını ahlaki ve politik toplumun kendisini ifade ettiği bir zemine dönüştürmeye çalışırken, karşıtı uygarlık onu demokratik içeriğinden boşaltarak amaçlarına uygun bir araca dönüştürmek istiyor.
Bu iki eğilimin arasındaki mücadeleden çok yönlü etkilenen ve zorlanan statükocu ulus-devletçi güçler ise ulus-devletin yıkılan yerlerini, bozulup işlevini kaybeden bölümlerini aslına uygun bir biçimde yeniden onararak onu ayakta tutmaya çalışıyorlar. Yani zülfü yâre dokunmadan, restore edip biçimsel kimi değişiklikler yolu ile özünü yaşatmaya ve günü kurtarmaya çalışıyorlar. Bunu hegemonik sisteme kabul ettirmek için bütün ulusal değerlerini pazara sürüp taviz üstüne taviz veriyorlar.
Sonuç olarak
Restorasyon çözüm mü? Kangrenleşen bir yarayı pansuman etmek ne kadar tedavi edici bir anlam ve değere sahip ise ulus-devletin restorasyonu da o kadarlık bir anlam ve değere sahiptir. Gelinen aşamada restorasyon günü bile kurtarmaya yetmemektedir.
Ulus-devletler bölge toplumlarına giydirilen birer deli gömleğidir. Toplumları çoraklaştırıp ruhsuzlaştırıyor. Bölgeyi ölü diller, ölü kültürler-renkler mezarlığına dönüştürüyor. Dünün Şahlığı ve bugünün Şiiliğinin İran’da yol açtığı toplumsal acılar ve işlediği insanlık suçları, Irak ve Suriye’deki Baas rejimleri, Türkiye’deki Kemalist tekçilik, Lübnan, İsrail, Mısır ve diğer Arap ülkelerinin durumu ortada. Her biri birer diktatörlüğe dönüşmüş. Her biri geçmişteki Nemrut rejiminden milyonlarca kat daha tehlikeli hale gelmiş. Ulus-devlet bir darbe rejimidir. Faşizm üretir.
Restorasyon darbe dinamiğini ortadan kaldırıp faşizan gelişmeleri önleyebilir mi? Hayır. Yeni Enfal ve Halepçeleri önleyebilir mi? Hayır. Yeni Gazzeleri, yeni isyan ve çatışmaları önleyebilir mi? Hayır. Ülkeleri uluslararası müdahale ve saldırılara açık hale gelmekten kurtarabilir mi? Hayır.
Restorasyon arayışları ulus-devleti bir soykırım, kadınkırım, kültürkırım, dilkırım ve ekolojikkırım rejimi olmaktan çıkaramaz. Hiçbir toplumsal soruna kalıcı bir çözüm getiremez. Aksine onları daha da ağırlaştırır ve içinden çıkılamaz hale getirir.
Ulus-devletin yerine daha sınırlı ve bağımlı bir devlet yapılanmasına gitmek de çözüm değildir. Bu tip bir yapılanma belki küresel güçlerin çıkarlarına uygun olabilir, ama toplumsal dertlere deva olmaz.
Çözüm, devletin demokrasiye duyarlı hale getirilmesindedir. Ulus-devletin demokratik değişim dönüşümündedir. Bu da ahlaki ve politik toplumu esas alan güçlerin büyük örgütlü mücadelesiyle başarılabilecek bir hedeftir.
Kaynakça:
- Abdullah Öcalan, Kapitalist Uygarlık-Maskesiz Tanrılar ve Çıplak Krallar Çağı (İkinci Cilt), Sayfa 171
- age: Sayfa 226
- age: Sayfa 172
- age: Sayfa 270