Yazının 1. bölümünde ülkedeki çoklu kriz ortamının içinde kendisinden pek de söz edilmeyen farklı bir krizden, “ulus krizinden” bahsetmiş, yazıyı şöyle bitirmiştim:
“Günümüzde, tam da yukarıda belli başlılarını saydığım noktalardan ivmelenen bir süreç içinde, eski “ulus” yapısı şimdiki toplumsal bütünlüğün sürekliliğini sağlayamıyor ve aynı ulus içinde farklı “uluslar” ve “özgün toplumsallıklar” hareket edip, güç topluyor.”
İşte, günümüzde farklı ulus dinamikleri ve özgün toplumsallıklar hareket halindedir.
PKK önderliğindeki isyan özel bir Kürt halk özneleşmesi yarattı, Kürt uluslaşma süreci hareket halindedir.
Aleviler, her ne kadar bir ayakları eski Kemalist uluslaşma içinde olsa da diğer ayaklarıyla başka ve demokratik bir ulusun arayışı içindeler.
Gezi’de ortaya çıkan “başka bir toplum” arayışı da hareket halinde olup, mevcut kaotik ortam içinde kendi toplumsallığını inşa etmektedir.
Alışılagelen Kemalist ulus taraftarları da yenilgiyi kabul etmeyip yeniden iktidarlaşma çabası içindeler. CHP tarihsel olarak bu çabanın içindedir.
Ancak, CHP içinde Özgür Özel önderliğinde sistem içi liberal demokratik tutumla halkçılık arasında salınan ikircikli bir arayış görülüyor. İmamoğlu’nun ise Kemalizmi sadece bir “maskot” konumuna indirgeyerek arkada bırakıp ya da restore ederek emperyalizmle sermayenin mutlak iktidarı yoluyla daha derin bir ortaklaşma arayışı içinde olduğunu saptayabiliriz.
Laiklik ve cumhuriyetçilik her üç yönelimin içinde farklı yapılara bürünmüş haliyle vardır.
23 yıldır aldığı yoldan sonra şimdi kendisini daha açıkça ifade eden “İslamcılık ve Türkçülük” karması bir yeni ulus dayatması ise iktidardadır. Öyle görünüyor ki, aslında tarihsel olarak birbirinin karşısında konumlanmış ama günümüzde iktidar ortağı olan AKP ve MHP’nin politik sözcülüğünü yaptığı bu son eğilimin içindeki tarihsel gerginliğin bir dağılma yaratmaması için ABD ve atadığı “sömürge valisi” “çimento” olmaya çabalamaktadır.
Söz konusu ana yönelimler etraflarında farklı arayışların da harekete geçmesini ivmelendiriyor.
Hepsinin içinde hareket eden işçi sınıfı ise, henüz bütünlüklü ve ortaklaşmış bir sistem karşıtı siyasal tutumla buluşamadığı için el yordamıyla/kendiliğinden hareket edebilen zayıf bir konumda olup, kendisini kendi ihtiyaçları zemininde ortama dayatamamaktadır. Burada sorun işçi sınıfının gövdesinde değil, onun siyasal eğilimi olduğunu iddia eden sosyalist hareketlerin “yeni bir cumhuriyet” hedefinde ortaklaşıp ortama kendisini dayatarak fiili bir halkçı-demokratik seçeneği inşa edememesidir.
Demokratik Cumhuriyet ya da İslami faşizm
Ulus krizinin halkçı- demokratik çözümü, farklılıkları coğrafyamızın zenginliği olarak gören ve demokratik bir anayasa tarafından teminat altına alınmış eşit yurttaşlığı esas alan yeni bir cumhuriyeti inşa etmektir.
Despotizmin yerel köklerini inşa ve kontrol edebilmek için merkezden atadığı valilik ve kaymakamlık gibi saltanat makamlarını tasfiye eden, örgütlenmesinin zemini halk oyuyla seçilmiş yerel meclislere yerleşen ve eğitim, adalet, emniyet gibi hizmetlerin yerel meclislere bağlandığı, halkın insanca yaşam koşullarının anayasal güvence altına alındığı demokratik bir cumhuriyet!
Önce ABD büyükelçisinin sonra da Erdoğan’ın tekrarladığı çözüm ise, halkçı-demokratik çözümün tam tersi yöndedir. Bu yönelim kapitalizmle birlikte aşılmış olan Ümmet kimliğinin esas alınmasına dayanıyor. Ulus olmaktan “Ümmet” olmaya doğru bir geri dönüş hedefleniyor.
Emperyalist teorisyen Huntington 40 yıl kadar önce bu yönelimi savunmuştu. Huntington’a göre Türkiye M.Kemal öncülüğünde Batı’ya yönelerek kendi “doğal” alanı olan İslam coğrafyasından kopmuştu. Bu tarihi hata düzeltilerek Türkiye yeniden İslam coğrafyasına yönelmeli, küresel kapitalist sistemin İslam coğrafyasındaki “düzenleyici” taşeronu/güncel koşullarda “bölgesel alt-emperyalist” olmalıydı.
O zaman belki de “afaki” görülebilecek bu “emperyalist mühendislik” yönelimi, emperyalist güçlerin yerel taşeronlarını kullanarak kışkırttığı savaşların bölgede yarattığı muazzam yıkımdan sonra, günümüzde hem Türkiye’nin hem de bölgenin bu yönelimin dayatılmasına uygun, güçsüz ve dirençsiz hale geldiği saptanmış olmalıdır.
Müslümanlık temelinde “Ümmetçilik” Osmanlı’nın çözülüş döneminde “Osmanlıcılık” la beraber “Üç Tarz-ı Siyaset” den birisi olarak denenmiş, Araplar tarafından red edilip gerçekleştirilemeyince “Türkçülük” öne çıkarılmış, Arap coğrafyasından çekilinmişti.
Peki, Ümmet odaklı bir yeni toplumsallaşmaya dayanan yeni devlet kurulabilir mi?
Birincisi, herkesi birleştirecek her şeyin üstünde tarih-dışı mutlak ve dokunulmaz bir İslam yok, İslam başka her toplumsal kategori gibi somut-tarihsel bir olumsal gerçekliktir. Tarih boyunca farklı İslam yorumları olmuş, bu yorumlar tıpkı günümüzde olduğu gibi birbirleriyle şiddetli savaşlar yaşamışlardır. Üstelik Orta-Doğu farklı dinsel yorumların birbiriyle çatışmasının en çok yaşandığı coğrafyalardan birisidir. Halen de güncel koşulların belirlediği biçimlere bürünerek aynı çatışmalar yaşanmıyor mu?
Öte yandan, en genelinden bakacak olursak, egemenlerin ve ezilenlerin İslam yorumu birbirine zıttır. Hadi bir adım daha atalım, şimdilerde biraz “modası geçmiş” gibi görünse de “sınıflar” bir gerçektir ve her sınıf kendi ihtiyaçlarıyla uyumlu bir İslam yorumuna yatkındır. İslam tarih boyunca antika sermaye güçleri olan tefeci bezirgân sermayenin zincirlerine vurularak, yoksul ama üretken kır emekçilerini kontrol etme aracı olarak kullanılmış, emekçilerin bilinci “reaya” konumunu sorgusuzca kabullenecek tarzda bükülmüş, tarikatlar ağıyla bu “bükülme” örgütlenerek sigortalanmıştır. Günümüzde de aynı kahredeci ağ hükmünü sürdürmekte olsa da Kürt Halk Hareketi halkçı-demokratik bir İslam yorumunun önünü açıp güçlendirmiştir.
Ek olarak, egemenlerin kendi aralarında da her birinin kendi özel çıkarlarını öne çıkardığı farklı İslam yorumları vardır. Erdoğanist İslam ise, küresel ve yerel sermayenin günümüzdeki ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılandırılmış özel bir İslam yorumudur.
İkinci olarak, diyelim ki olmaz dediğim oldu ve bütün bölge halkları ortak bir İslam yorumunda anlaştı; o durumda da bölgeye dayatılan Erdoğanist İslam projesinde halklar arasında “eşitlik” yok; Türk kimliğinin diğerlerini (Kürtleri ve Arapları) hegemonyası altına alması hedefleniyor.
Peki, böyle bir hiyerarşik konumlanmanın Kürtler ve Araplar tarafından kabul edilmeyeceği açık değil mi?
Elbette, açıktır! Zaten projenin “mimarları” da öylesi bir “kabul edilmeme” ve bağlı olarak sürüp gidecek sonuçsuz iç çatışmalarla bölgeyi boğup güçten düşürmeyi, kendisine derinden bağlı bir zavallı konuma itmeyi amaçlamaktadır.
Bölgedeki benzerlikler
Bölgenin ortak tarihinden gelen halklar/Araplar, Farslar, Azeriler, Ermeniler, Kürtler, Gürcüler, Lazlar, Türkler ve Elenler elbette ortak bir yaşam kurabilir; ancak, böylesi bir ortaklaşma günün sorunu değildir ve tarihin gelecekteki bir döneminde şayet inşa edilirse emperyalistlerin güdümünde değil ancak emperyalizme karşı mücadele sonucunda laik ve demokratik bir zeminde gerçekleşebileceği açık değil mi?
İsteyen sömürge valisi havalarında bölgede gezinen malum büyükelçiye de sorabilir; kendi hükmünü “böl-yönet” politikalarıyla yürüten emperyalizm asla bölge halklarının ortak bir iradeye kavuşmasını istemez.
Fazla söze gerek yok, bölgenin ortak tarihsel dokusunun bir parçası olan Suriye coğrafyası da bir halklar ve inançlar mozaiğidir. Peki, tutmayacağı belli olduğu halde Suriye’ye bir dizi “tek” kimlik dayatılmasının amacı o pek bilinen “böl-yönet” politikası gereği değil midir?
Çoğulluğun bir zenginlik olduğu tarihi bir coğrafyanın neredeyse her bölgesine baskıcı despotik ümmet topluluklarından oluşan, kendi gücüyle ayakta duramayan, bağımlı ve zavallı pseudo iktidarlar yerleştirmek ve bölge halklarını boğazlaşmaya sürüklemek emperyalist çakallıktan başka nedir?