Önder APO’nun PKK 12. Kongresine sunduğu ‘Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’ beklendiği üzere beraberinde tartışmaları da getirdi. Bu durum özel ve psikolojik savaş merkezlerinin ürettiği propaganda içeriklerini bir papağan gibi tekrarlayıp duranlar ile onların gündemi peşinden sürüklenip gidenlerin çoraklaştırdığı düşünce dünyasının canlanması için de tarihi bir fırsat sundu. Tartışmak, düşünce teatisinde bulunmak beynin kireçlenip tıkanmasını engellediği gibi kişiyi fikri sabitten, tutuculuktan da kurtarır. Yeni fikirler yeni bakış açıları kazandırır ki hayatı anlama ve anlamlandırma kapasitesini de arttırır. Bu bakımdan ‘manifesto’ düşüncelerimize bir soluk aldırdığı gibi, düşünsel sığlıktan ve zihinlerdeki zincirlerden de kurtardı.
Fakat tartışmak bir kültür gerektirir, her ağza geleni söylemek, bin yıllık tekrarları tekrarlamak ve sırf muhalefet olsun diye anlama çabası dahi göstermeden karşı çıkmak, tartışma olmadığı gibi düşünsel çoraklığı aştıracak sıçramalara da yol açmaz. Düşünce üretemeyenin söyleyeceği pek bir sözü de olmaz. O nedenle küfretmeye, hakaret etmeye başlar. ‘Manifesto’nun yayınlanması ile birlikte böyle düşünsel kısırlık yaşayanların hakaretlerine de çok tanıklık ettik. Bunlar içinde en çok öne çıkanlar da ‘yeminli APO düşmanı olan’ kesimlerin ‘Kürtçülük’ adına söyledikleri oldu.
Zihniyet geliştikçe, düşünce derinleştikçe verili kavramlar var olan hakikati anlatmakta yetersiz kalırlar. Bu durumda olguyu anlaşılır kılmak için yeni kavramlara başvurulur. Bulunan kavram gerçekten düşünen insanın zihninde şimşekler çakmasına, yeni fikirlerin gelişmesine katkı sunar. Günümüzde kullanılan kavramların kahir ekseriyeti Latince kökenli iken en çok yeni kavramın türetildiği dil ise Almancadır. Bunun nedeni ise kavrama dayalı düşünme sanatı olan felsefenin buralarda gelişmiş olmasıdır. Bir kavram ustası olan Önder APO’nun ‘Manifesto’ ile süzülmüş bal kıvamında bize sunduğu kavramlar bizde de böylesi bir etki yarattı.
‘Harpagos Sendromu’ kavramını ilk okuduğumuzda bin yıllardır öfke duyduğumuz, tarihin görmediği büyüklükte kahramanlıklar sergileyerek onu Kürdistan’dan silip atmak için karşısında mücadele ettiğimiz işbirlikçiliği ne kadar sığ anladığımızı fark ettik. Toplumsallığına bağlı, özlü ve soylu değerleri yaşayan birinin cevabını bulamadığı sorudur; ‘neden işbirlikçilik yapılır?’ Ne ahlaken ne de vicdanen işbirlikçilik meşru görülmediği için bunca düşmüşlüğün izahı da olmaz. Başkalarına bütün gücüyle hizmet etmek anlamına gelen ‘Harpagos Sendromu’, olguya tarihsel sosyoloji perspektifinden bakmamızı sağlayarak anlama kapasitemizi arttırdı.
Benzer bir şekilde ‘Judenrat’ kavramı da Kürt olgusunun ve yaşadığı sorunsalın benzersizliğini, soykırım gerçekliğini anlatmakta yetersiz kalan ‘sömürge’ kavramını aşan bir izah yeteneğine sahiptir. Çünkü Kürdistan sadece sömürge değil onu çok aşan bir soykırım gerçeğini yaşamaktadır. Soykırımcılar ise, onun hizmetinde dar aile çıkarları için halkını ve ülkesini peşkeş çeken bir güruhun varlığına dayanmaktadır. ‘Judenrat’ kavramı bir türlü doğru anlayıp karşılarında öfkemizi bileyemediğimiz bu hanedan kalıntısı, Kürtlüğün kıyafetlerini giyip her şeyi ile peşkeş çeken menfaatçileri doğru anlamamız ve tarihsel konumlarını doğru tarif etmemiz için müthiş bir ufuk açmıştır.
Harpagosların ve Judenratların Kürt sosyolojisinde yarattığı tahribatlara birde zafer getirmeyen isyanların artlarında bıraktıkları yıkıntılar eklenince Kürdistan bir çöplüğe, Kürtlük kadavra haline dönüşmüştü. ‘Manifesto’ bu tarihsel hakikati çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyunca yukarda sözünü ettiğimiz kesimler düşünce üretemedikleri için küfre sarıldılar. Onların seviyesine inmeye edebimiz izin vermez, bu nedenle bu kesimlerin sözleri için ‘yarasına dokunulanın feryadı’ deyip geçiyoruz.
Fakat küfürlerini Kürtlüğün ardına gizleyerek kendilerini en kahraman Kürt savunucusu, Önder APO’yu da Kürtlüğü ‘aşağılayan’ kişi olarak lanse etmeye çalıştılar. Bu duruma cevapsız kalmak tarihin yargısı ve adaleti karşısında bizi mahkum duruma düşürür. Yoksa nitelikleri bilinen bu kesimlere cevap verip çok istedikleri gündem olma, popülerleşme arzularına hizmet edecek değiliz.
PKK’nin ilk manifestosu olan ‘Kürdistan Devriminin Yolu’nda şu belirlemelere yer verilmiştir: “Ama bugün, bu halk, bir “kadavra” gibi ortadadır. Bundan utanç duyuyoruz. Yine, bugün bu halkın düşmanlarının, bu halkın yurdunu kendi öz çiftlikleri gibi kullanmaları ve buna karşı “çaresiz” duruşumuz, bu utanç duygumuzu yüz kat daha artırıyor. Bütün bunlar neye yarar? Hıncımızı artırmaya ve halkımızın direnme tarihinin temelinde ve bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda gerçek kurtuluş yolumuzu çizmeye yarar.” Yani ne tespitler yenidir ne de çare arayışları. Kürtlüğün yaşadığı duruma karşı yaşanan ‘utanç’, evrensel boyutlara ulaşan, insanlığa yön tayin eden bir devrimin açığa çıkmasını sağladı.
Önder APO bu tanımlamaları yaptıktan sonra ‘ilk kurşun’u sömürgeciliğe değil, sömürgecinin yozlaştırdığı ve çürüttüğü zihinlerimize sıkarak tarihsel bir mücadele başlattı. “Yaşamımı Kürtlükle, Kürtlüğü de yaşamımla özdeşleştirmeden gerçekçi bir toplumsallığı, hiçbir zaman anlayamazdım.” diyen Önder APO, öyle kuru kuru Kürtçülük yaparak, varlık sorunu yaşayacak kadar acziyet içinde olan Kürtlüğe methiyeler dizerek hakikatin savunulamayacağını bilerek hareket etti. ‘Kadavra’ denilen Kürtlüğü canlandırmak için binlerce Egitler, Zilanlar canlar verdi. ‘Çöplük’ durumuna karşı şairin dediği gibi “nefes nefese”, “gül kokan” bir mücadele ortaya çıkarıldı.
Eksiklikten utanç duyulur ve eksiklik bilinci insanı tamamlanma arayışına, o da özgürlüğe götürür. Utanç duygusunun yarattığı bilinç 15 Ağustos atılımını yarattı, orada atılan ilk kurşun sömürgeciliğin yarattığı çöplükten çıkış yolunu gösterdi. Bugün ‘Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu’ özgürlüğün nasıl inşa edildikçe yaşanacağını en derinlikli kavramlarla tarif ediyor. Geriye dirilişi tamamlayan ve varlığı kazandıran 15 Ağustos ruhuyla atılıma geçip ‘manifesto’ ışığında özgürlüğü sağlamak kalıyor.