Uzun süredir ‘tevatür’ biçiminde süregiden İmralı görüşmesi nihayet gerçekleşti ve Öcalan, yedi maddede özetlediği mesajını kamuoyuna iletti; adaya giden heyet de şimdi bunu partilerle paylaşıyor, bir şekilde ağır aksak bir şeyler yürüyor. Fakat işler (ve kafalar) hâlâ çok karışık; Öcalan’ın kapsamlı düşüncelerini ifade edebileceği, sağlıklı ilişkiler kurabileceği koşullar ortada yok. Bu açıdan bile 2013 süreci, sonucu ne olursa olsun daha ‘sahih’ bir manzara içeriyordu; işe yarasın yaramasın ‘akil adamlar’, yaygın toplantı ve tartışmalar, Öcalan’ın örgütsel kademelerle kapsamlı teması gibi şeyler yaşanıyordu ve kamuoyu da olup biteni izleme şansına sahipti. Şimdi ise iktidar cephesi, çok bilinçli iki şeyi yapıyor: Birincisi, özellikle bir ‘yasal’ çerçeve ve süreklilik yaratmıyor. “Ben ne zaman istersem” gibi bir keyfi bir yoldan yürüyor. İkincisi, hem DEM Parti’nin kongre iradesiyle seçilmiş organlarını, hem de Kürt özgürlük hareketinin bütün diğer kademelerini yok sayarak ilişki biçimlerini kendisi belirlemek istiyor. Her şeyi, her an ‘cayılabilir’ bir şifahi yoldan yürütüyor.
Bütün bunların nereye varacağını kestirmek şu anda zor. Çünkü iktidarın izlediği yol, bilgi eksikliği de yaratıyor. Atmasyon ‘analizciler’ ekmek parası uğruna TV’lerde konuşmak zorunda, anlıyorum onları ama sorunu gerçekten kavramak isteyenler için durum zor. Çünkü malum, saha çok sıkıntılı. Bir yanda neredeyse işgal edilmiş bir Federe Kürdistan gerçekliğinde her gün sıcak temas var, diğer yanda, Rojava’da insanların tuvalete giderken bile silahlarını bırakamadıkları bir başka gerçeklik… Bu taraftaki kayyımları, tutuklamaları saymıyorum bile. Velhasıl, işlerin nasıl şekilleneceğini öngörmek zor.
Buraya nereden geldik? Yaygın söylem, iktidarın çok ‘sıkıştığı’ ve buna ihtiyaç duyduğu, hatta mecbur olduğu şeklindeydi. Bu, bir açıdan doğru, bir açıdan ise yanlış bir tez bence. İçeride böyle bir ‘sıkışma’ olduğu varsayımını destekleyen çok veri yok elimizde. Vallahi gül gibi yönetiyorlar memleketi. Son seçimler sıkıntılı geçmiş olsa da muhalefeti de devlet kadar yönetebilen, kavalı çalınca herkesi ağıla (ya da Yenikapı hizasına) sokabilen AKP’nin seçim kaybedeceği fikri daha çok bir anket illüzyonu gibi duruyor.
Öte yandan, düşük ücret, yoksulluk mevzusunun iktidarı sarsabileceği ama otomatik olarak yıkamayacağı, epeydir kanıtlanmış durumda. Bu sendikal bürokrasi var oldukça ve devrimci güçler de palazlanmadıkça 22 binlik asgari ücret bile bir kıpırtı yaratmayabiliyor.
“Sıkışma” daha çok ‘dışarıda’ var. İsrail’le de çok ilgisi yok öyle. Sorun esas olarak Suriye’de. Colani’nin biti henüz kanlanmadı, kravatı da boynunda iğreti duruyor ama iktidarını sağlamlaştırınca “hamilik”, “vasilik” işlerinin nereye varacağını bilmiyoruz. Sonuçta Türkiye Suriye’de an itibarıyla bir zemin bulsa da çok sağlam ve garantili değil. Kürtler ise kolay yutulacak lokma sayılmaz artık. Şaka değil, yüz binin üzerinde silahlı güçten ve bombalana bombalana artık yarı askerileşmiş militan bir halktan söz ediyoruz. Colani, cihatçı çeteler ve bizzat Türkiye bir tür Sri Lanka soykırımına girişebilir elbette ama o da kolay değil. İnsani maliyetinden çekinmezler ama siyasi maliyeti ağırdır. Ya da oralarda razı olunan ama ilk fırsatta tepesine binilecek küçük ve iğreti bir statüye bir süre tahammül edebilirler ve 2013’te düşündükleri gibi Kürt silahlı güçlerini absorbe etmeyi tasarlayabilirler. O bile zor. Silahsız olmanın hiç olmak anlamına geldiği bir coğrafyada anlaşmalara ve Gazze’yi bile hazmedebilmiş Batı dünyasına güvenmek vahim sonuçlara yol açabilir.
Ayrıca, konuşulan diller hiç aynı değil. MHP-AKP cenahının projesi henüz “silah bırakma”nın ötesine geçmiş değil. Proje özetle şu: Ankara’da tamamen tahkim edilmiş, hukuk guguk tanımaz bir güç elde etmiş, Abdülhamit’in iktidarda kalma rekorunu kıracak zorba bir rejim, kenarda ise sorunu çözen değil, stabil, katlanılabilir hale getiren adımlar ve yükü bir süreliğine hafifletmek…
Oysa İmralı’nın projesi bu değil. Görülebildiği kadarıyla İmralı, soyut bir barıştan çok, genel bir demokratikleşme adımından söz ediyor. Kendisi de uzun tecrübelerle biliyor olmalıdır; içeride demokrasiyi felç eden, en küçük kıpırtıyı şiddetle bastıran bir rejimin hayatın başka bir alanında esnemesinin garantili bir durum olmadığı kesin. Basit diyalektik düşünme biçimi bile bir siyasal rejimin şurada farklı burada farklı olamayacağını bize söyler zaten.
Tam burada, “güçlü Türkiye” mevzusuna da değinmek gerekiyor. Epeydir var bu söylem ve “Kürt sorununu çözen Türkiye Ortadoğu’nun en güçlü ülkesi olur” varyasyonuyla zaman zaman Kürt siyasetçilerin diline de sirayet edebiliyor. Bir “devletin” güçlü olmasını istemenin paradigma ile çelişkisi bir yana, asıl Kürt sorununun çözümünün ne anlama geldiği önemli. İmralı, anlaşıldığı kadarıyla demokratikleşmeyi içermeyen böyle bir ‘steril’ çözüm olmayacağını biliyor. Demokrasi, siyasal özgürlükler, ifade ve eylem hürriyeti, kadın hakları, sendikal örgütlenme, vb. bakımlarından zorbalık üzerine kurulu bir “güçlenme” son derece korkunçtur. Kadınları, emekçileri, gençleri ezen, her sesini çıkaranı boğan bir siyasal rejim, bir bölge aktörü olarak fetihçi/emperyal gücünü büyüttüğünde, bunu hangi yoldan yaparsa yapsın, felaketli sonuçları olur. Esasen AKP-MHP ikilisinin “iç cephe” teorisinin özü de budur.
Kürt hareketinin öteden beri “ilkel milliyetçi” olarak adlandırdığı kesimler, Kürt sorununun çözümünü, içinde vücut bulduğu coğrafyadan bağımsız olarak düşünebilir. Kendini dünyanın ve Türkiye’nin dertlerinden azade tutarak “azıcık aşım kaygısız başım” diyebilir ve oradan yürüyebilir elbette. Ama sorun şurada ki, bu yaklaşım, doğruluk yanlışlık bir yana gerçekçi değildir. Çünkü bölgede bu derece güç kazanmış despotik bir rejim, Netanyahu’yu ve Colani’yi bile içine sindirebilen, “altta kalanın canı çıksın” esasına göre inşa edilmiş bu dünyada, artık kendi taahhüt ve anlaşmalarına da uymama özgürlüğüne sahip olur. Siz, faraza, X bölgesinde bağımsız bir devlet bile kursanız, yanı başınızdaki kurt sürüsüyle bir tek huzurlu gün bile geçiremezsiniz. Kaldı ki, bu taahhüde uymama özgürlüğünü Türkiye rejimi, geçmişte de birçok kez kullanmıştır.
Sırf bu açıdan bakıldığında bile, İmralı’nın projesi daha ‘gerçekçi’ duruyor. Kürdün korkunç kıyımlarla dolu tarihine elbette vakıf olan İmralı, “sıfır demokrasi” prensibiyle işleyen bir dikta rejimi koşullarında geçici bir ‘çözüm’ün bile nasıl risk altında olacağını biliyor ve o yüzden genel demokratikleşme eksenini her seferinde öne sürüyor. Çok açık; ben şu kadar bir hak elde edeyim, geri kalan derdine yansın diyemiyorsunuz bu coğrafyada. Hatta artık bunu bir devletin resmi sınırları içinde bile diyemiyorsunuz; her şey bölgeselleşmiş durumda. Sevgili Doğan Özgüden’in geçenlerde yazdığı gibi bir zamanlar devrimcilerin dilinde “Ortadoğu Devrimci Çemberi” diye anılan bölge, artık “Ortadoğu Gerici Çemberi” diye şekilleniyor. Hüzün verici ama gerçek bir belirleme bu.
Nereye varır bütün bunlar? Bilmiyoruz. Öyle ulusalcı komplo teorisyenlerinin uydurduğu gibi ‘büyük resim’ filan yok ortada. Rejimin kendini ebedileştirmek üzerine kurulu bir projesi var, Kürtlerin de kendi projesi. Masa ne zaman devrilir bilinmiyor; zaten ortada bir masa da yok.
Ne yapılabilir?
Ben, kendi payıma “karışık zamanlarda düz düşünmek” prensibine bağlıyım. Ve Bertolt Brecht’in meşhur dizelerine: “Kurtulmak yok tek başına / yumruktan ve zincirden / ya hep beraber ya hiçbirimiz!”
Basit slogancılık gibi görünüyor bu söylediğim ama aslında zor olana işaret ediyor. Kürtleri savunmak, emekçileri örgütlemek, kadınlarla omuz omuza durmak, gençleri yüreklendirmek, kurdun kuşun toprağın derdine düşmek ve bunların hepsini birden yapmak… Keşke dertler ve sorunlar ‘teker teker’ gelseler de her şeyi tek tek halledip daha az yorulsak. Ama gençlerin dediği gibi; Yok öyle bi’ dünya!
İsteyen yine de “yahu daha sakin bir coğrafyada olaydık da şöyle ağız tadıyla bir sınıf mücadelesi vereydik” diyebilir; vallahi bunu en çok ben isterim. Ama olmuyor işte. Üstelik bu daha ‘lele’si. Çok değil, on yıl sonra dünyada tek bir etnik topluluktan, tek bir kültürden, vb. ibaret tek bir ülke kalmayacak ve sorunlar daha da ağırlaşacak.
O ünlü dizeleri şöyle hatırlayacağız belki o zaman: “Bütün ülkeler hızla karmaşıklaşıyordu / Birinciliği Türkiye’ye verdiler.”
***
Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun ve Necati Vardar… Üç genç işçiydiler. 13 Mart 1982 gecesi idam sehpasına çıkardılar onları. Buca Yeni Bölüm tarafındayız ve gündüzden hissettik olacakları, bekliyoruz artık. Sabaha karşı koridorlardan, mazgallardan süzülüp gelen “Hoşçakalın yoldaşlar” çığlığını duyunca ayaklandık hepimiz. Bir yandan gözümüzün yaşı, bir yandan yıkıyoruz ortalığı. Çok sevdiğimiz çocuklar üçü de. İçimiz yanıyor.
Sloganlar, kapıları, pencereleri zorlamalar. Arada durup sessizlikte onların son sloganlarını dinliyoruz. Sonra yine sloganlar.
Ve benim dişim ağrıyor! Ama nasıl bir ağrı! Kafamı duvarlara vurmak istiyorum, öyle canım yanıyor.
Utanıyorum. Nasıl utanıyorum, anlatılır gibi değil. Hâlâ düşündükçe utanırım. Kimseye söylemekten ar ediyorum. Çocuklar can veriyor, benim dişim ağrıyor. Kıvranıp kıvranıp pencere demirlerinden slogan atıyorum. Bağırdıkça ağrım azalıyor giderek, azalıyor, azalıyor…
Sabah oluyor.
Böyle işte. Hayat karmaşık.