Türkiye’deki Kürt siyaseti ise, hem legal siyasetin dar sınırlarına hapsolmuş durumda hem de kriminalize edilmenin getirdiği sürekli bir savunma refleksiyle şekilleniyor. HDP’nin ve ardından DEM Parti’nin yaşadığı süreçler, tanınma talebine dayalı bir siyasetin sınırlarını gözler önüne seriyor
Sinan Cudi
Zaman, kimliklerin içe doğru kıvrıldığı, yaraların kabuk bağlamadan yeniden açıldığı bir çağda ilerliyor. Savrulmuş benlikler yeni bir aidiyet ararken, girdikleri her kapı onları biraz daha kendi yaralarına geri döndürüyor. Tanınmak, kabul edilmek, görünür hale gelmek için atılan adımlar çoğu zaman yeni bir görünmezliğe, yeni bir edilgenliğe yol açıyor. Siyasi talepler, toplumsal çığlıklar, bireysel öfke ve kolektif umutsuzluk aynı dairenin içinde dönüp duruyor.
Bu durum, Wendy Brown’un Yaralı Bağlar (Wounded Attachments) kavramının da çıkış noktası. “Yaralı Bağlar” kavramı, kimlik siyasetinin liberal-demokratik çerçeve içinde nasıl kendini yeniden üretip sınırladığını gösterir. Brown’a göre ezilen gruplar hak arayışlarını çoğunlukla kendi tarihsel mağduriyetlerini temel alarak meşrulaştırırlar. Bu durum, onların politik özneleşmelerinin temelini oluşturur. Fakat tam da bu temellendirme biçimi, onları sürekli olarak “yaralı” ve “eksik” bir pozisyonda sabitler.
Brown’un en keskin eleştirisi ise bu kimliklerin devlete yönelik tanınma talepleriyle sınırlı kalmasıdır. Tanınmak isteyen kimlik, kendi oluşumunu devlete göre kurgular ve bu, onu tahakküm ilişkisinin dışına çıkamaz hale getirir. Yani özne olmak isteyen yapı, hakim yapının ontolojisini sorgulayıp reddetmek yerine onun içinde bir yer edinmeye çalışır. Bu süreçte özgürlük talebi tanınma isteğine indirgenir; direniş, mevcudu restore etmenin aracına dönüşür.
Brown’un teorisi, Kürtlerin tarihsel hak arayışı ve siyaset tarzları açısından da çarpıcı bir ayna sunar. Tanınma odaklı siyaset, zamanla yaratıcılıktan uzak, refleksif, edilgen, kendini tekrar eden paradoksal bir hal alır.
Kürt siyasal hareketinin birçok evresinde, hem devletin içinden hem de dışından gelen siyasal modellerin eklektik biçimde harmanlandığı görülür. Abdullah Öcalan’ın “çöplük” kavramı bu siyaset tarzını da kapsar. Çünkü toplum, mevcut durumunu çözümleyemediği için birçok farklı düşünüş biçiminin ve yöntemsel kırıntının çöplüğü haline gelmiştir.
Bugünün Kürt siyasetinde, bir yön arayışı, bir strateji karmaşası, bir pozisyon belirleme gerilimi var. Bu gerilim, sadece devlet karşısındaki taktiksel sıkışmayla açıklanamaz. Daha derinde, siyasetin kendini neye göre ve nasıl tanımladığına dair yapısal bir sorun söz konusu. Wendy Brown’un “devlete göre kurgulanan kimlik” eleştirisi ve Abdullah Öcalan’ın “çöplük” olarak tarif ettiği siyasal konumlanış biçimi, bu sorunları açıklamak açısından güçlü iki pencere açıyor.
Irak Kürdistanı örneği, devletle kurulan ilişki biçiminin tanınma merkezli olduğu ve bu tanınmanın ötesine geçilemediği bir yapıyı gözler önüne seriyor. Kimliğini egemen yapıya göre kuran, onu sorgulamak yerine onun içinde yer edinmeye çalışan, iktidar alanı devletten talep edilen alanla sınırlı kalan ve toplumun devletin parametrelerine göre inşa edildiği bir otorite.
Buna karşın Rojava, devletin ötesine geçmeyi hedefleyen bir paradigma denemesi olarak öne çıkıyor. Siyasal öznenin tanınmaya değil, toplumsal inşaya odaklandığı bir modeli temsil ediyor. Fakat burada da askeri zorunluluklar ve uluslararası meşruiyet arayışı, zaman zaman devlete göre pozisyon alma eğilimini beraberinde getiriyor.
Türkiye’deki Kürt siyaseti ise, hem legal siyasetin dar sınırlarına hapsolmuş durumda hem de kriminalize edilmenin getirdiği sürekli bir savunma refleksiyle şekilleniyor. HDP’nin ve ardından DEM Parti’nin yaşadığı süreçler, tanınma talebine dayalı bir siyasetin sınırlarını gözler önüne seriyor. Devletin tanıdığı sınırlar içinde kalındığında etki gücü azalıyor; o sınırları aşmaya çalıştığında ise kapatma davaları ve tutuklama furyaları devreye giriyor.
Bu kısır döngü, Öcalan’ın bahsettiği o “çöplükleşme” halini besliyor: Net bir strateji yok, ideolojik berraklık zayıf, kitleler ise giderek edilgenleşiyor. Ezilenin kendi kurtuluşunun öznesi olma iddiası, yerini siyasal sistemin içinde bir rol kapma mücadelesine bırakıyor.
Abdullah Öcalan, Brown’un eleştirdiği bu kısır döngüden nasıl çıkılabileceğine dair bir yol haritası sunar. Özgürlük Sosyolojisi ve Demokratik Modernite kuramı, kimlik temelli siyasetin sınırlarını aşmakla kalmaz, aynı zamanda yeni bir toplumsal örgütlenme modelini önerir. Tanınmaya dayalı, talep eden, özneleşme çabasındaki toplumu, inşa eden, yaratıcı ve kolektif eylemli bir paradigmayla hareket etmeye çağırıyor.
Ulus-devletin dışlayıcı ve homojenleştirici yapısına karşı çoklukların bir aradalığını ve eşit katılımını esas alan demokratik ulus modelini öneriyor. Bu modelde, kimlikler kendilerini devlete göre tanımlamadığı gibi kendi iç dinamikleriyle anlam kazanır ve toplumsal barışın aktörleri haline gelirler.
Öcalan’ın eleştirisi, sadece sistemin dışlayıcılığına değil, ezilenlerin kendi içlerindeki devletçi reflekslere de yöneliktir. Bu, Brown’un gösterdiği teorik çıkmazın ötesinde, bizzat onun içinden bir çözüm üretme çabasıdır.
Wendy Brown’un “Yaralı Bağlar” kavramı, kimlik siyasetinin modern devletle kurduğu çarpık ilişkiyi açığa çıkarırken, Öcalan’ın paradigması bu yaradan nasıl bir yolculuk başlayabileceğini gösterir. Birinin eleştirisi diğerinin inşasına alan açar. Ezilenlerin tarihi, sadece mağduriyetlerin değil, aynı zamanda yeni yaşam biçimlerinin de tarihidir.
Şimdi biz de kimlik siyasetinin sınırlarını ve olasılıklarını tartışırken, yaralı bağların özgürleştirici bir kopuşa nasıl evrilebileceğini düşünmeye başlayalım.