Dün, bugün ve yarın olarak dilimizde pelesenk gibi kullandığımız kelimeler veya sözcükler vardır. Bizde anlamı, içeriği, yapısal yanları, etimolojik özelliklerini çok fazla sorgulamadan kullandığımız basit kelimeler dizgisi olarak dururlar. Yakın geçmiş zamanda ise Türk siyasetinin duayenlerinden olan Süleyman Demirel’e atfen “dün dündür” cümlesi bir tekerleme gibi söylenir. Olmuş, bitmiş ve geçmiş, dolayısıyla sorgulamaya bile değmez anlamında kullanılmaktadır. Fakat yaşam tecrübelerimizden, tarih bilincimizden biliriz ki, hiçbir şey dünde kalmaz. Çünkü dünya, sürekli bir oluş halindedir. Onun için de zamansız bir oluş, oluşsuz da zaman yoktur.
Dün; bugünden bir önceki gün yani geçmiş. Yaşanmış, olmuş ve içinde insanlığa ait bir şeyler biriktirerek insanlık tarihi açısından geride kalmış “an”lar veya daha geniş anlamıyla zamandır. Zaman kendi başına nötr bir kavramdır. O sadece edinimsiz, eylemsiz olarak kendiliğinden toplayan ve biriktirendir. Tıpkı bir matruşka gibi yerleştirdikçe sürekli içine alan konumundadır. Ucu-bucağı yokmuş gibi upuzun bir şey gelir bize. Ama başlangıç olarak yine de büyük patlamadan (big-bang) yaşadığımız ana kadarki tüm geçmiş olarak tarif edilir.
Genel olarak sosyal bilimciler zamanı, big-bangdan başlatarak bugüne getirirler. Ortak bir kanaat olarak biz de bunu esas alırsak, yaklaşık olarak 13,5 (13.500.000.000) milyar yılı kapsadığını söylemiş oluruz. Rakamın büyüklüğü, aynı zamanda zamanın da uzunluğunu tarif eder bize. Dolayısıyla bu kadar devasa uzunlukta olan bir zaman tüneli insan havsalasına bile yerleşmeyebilir. Ortalama ömrü 60-70 yıl olan insan türü için gerçekten çok uzun bir zamanı tarif eder. Ama ona rağmen mevcut bilimsel olanaklar ve diyalektik perspektifimiz yaklaşık otuz bin yıl kadarını aydınlatmaya, anlamaya ve anlamlandırmaya ancak yetebilmektedir. Geri kalan kocaman bir karanlık zaman tüneli, içinde büyük yalanlar, saptırmalar, aldatmalar ve aldatılmalarla dolu. Bunların da merkezinde elbette ki sosyal bilimler gelmektedir. Bilimsellik adına o kadar yalan üretilmiştir ki, yalanlar girdabında türler ve insanlık kendi köklerinden koparılmıştır. Bunun da adına “tarihçilik” denmiştir.
Tarih ise, bu geçmiş zamanın incelenmesine denir. Yani zamanın içinde toplanmış olan tüm geçmiş tarih bilimiyle ayrıştırılarak netleştirilir. Bu bakımdan da tarih bilimi, sosyolojinin tüm disiplinlerine başvurarak ayrıştırır ve sadece bir “geçmiş” olmaktan çıkararak insanlığın kendisine ayna görevi olur. Onun için “düne bakınca bugün, bugüne bakınca da yarın belli olur” denir. Yani sosyal bilimlerin tümüyle birlikte tarih de bir bilim dalı olarak kendisini disipline eder. Bu anlamda tarih için, “geçmişte yaşanan olayların incelenmesinin yanı sıra, bu olaylarla ilgili bilgilerin keşfi, toplanması, organizasyonu, sunumu ve yorumlanması ile ilgilenen disiplindir” denir. Tarih bilimi için genel ortak tanım böyle yapılır. “Organizasyonu, sunumu ve yorumlanması” ise tamamen kârı, sömürüyü ve tahakkümü; iktidar ve devlet üretimini esas almaktadır. Bunların hiçbirinde doğa ve toplum yoktur.
Zaten amaç kâr ve iktidar üretme üzerine olunca doğa ve toplum zaten “işlevi olmayan arkaik” varlıklar olarak tarif edilmektedir. Onun için de oturdukları yerden hem doğaya hem de topluma biçim vermektedirler. Bunun en somut örneği ise kendi içine bile sığmayan devasa kentler, koca koca rezidanslarla, insanı insana yabancılaştıran sitelerle; maviyle yeşilin buluştuğu kesitlerin betonlaştırılması; organik tarımdan endüstriyel gıda sektörüne geçiş, gerçekleştirilen doğa katliamlarıyla doğanın habitat özelliklerinin bitirilmesi; kardeşin kardeşle, bireyin toplumla, toplumların birbiriyle boğuşturulmasının hepsinin arka planında “bilimsellik” adına uygulanan ahlaki ve politik değerlerini yitirmiş “bilimcilik” bulunmaktadır.
Kâr ve sermaye sarmalındaki bilim Réber Apo’nun söylediği gibi özellikle “sosyal bilim Sümer rahipleri kadar bile toplumcu olamamıştır (…) Sosyal bilimciler rahiplere göre çok olumsuzdur derken çok önemli bir husustan bahsediyoruz. Toplumun önde gelen şuurlusu olarak rahip, düşünüp inandığı gibi toplumladır ve toplum için yaşar. Bilgisinin doğruluğu temel kıstas değildir. Toplumun komünalliğine bağlılığı esas kıstastır. ‘Sosyal bilimci’ ise, bilgisinin doğruluğu ne olursa olsun, toplumsal komünalliği esas almaz. Bir teknik eleman gibi yaklaşır. Felaket de böyle başlar. Genelde tüm bilimciler, özelde sosyal bilimciler toplumun komünalliğinin kutsallığını tanıyıp ölümüne bağlı kalmadıkça, haklı olarak BÜYÜK AHLÂKSIZLAR olarak adlandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Toplum komünalliğine bağlı olunsaydı, ne savaş ve iktidar ne de sömürü ve istismar bu boyutlara gelirdi. Atom bombasının patlatılmasını hangi toplumsallıkla izah edebiliriz?”
Dolayısıyla tüm bunlar da bize gösteriyor ki, ekolojik mücadeleyi öncelikle zihniyette yaşamak, onun başarısıyla yeni bir yaşamı inşa etmek gerekiyor. Son yılların doğa talanı ve kıyımı ancak böyle bir mücadeleyle durdurulabilir.