Türkiye, tarihsel bir eşikte. Kürt özgürlük hareketinin silahlı mücadeleye son verme iradesini ortaya koyması, sadece taktiksel değil, stratejik bir kırılmayı ifade ediyor. Bu adım, halkların barış, eşitlik ve özgürlük temelinde yeni bir yaşam kurma mücadelesi açısından kritik bir dönemeçtir.
Bu, salt bir “ateşkes” meselesi değil; halkların birlikte yaşam iradesini örgütleme çağrısıdır. Ve artık bu topraklarda savaşın değil barışın, inkârın değil tanınmanın, erkek egemenliğin değil kadın özgürlüğünün zamanı gelmiştir.
Barış sadece sessizlik değildir
Barış; sadece silahların susması değil, aynı zamanda halkların konuşmasıdır. Ama hangi dille? Hangi yöntemle? Bu soruların yanıtı, barışın toplumsallaştırılmasında gizlidir. Bugün barışı örgütlemek, halklar arasında adaleti tesis etmek, geçmişin acılarıyla yüzleşmek zorundayız. Barış üç temel hat üzerinde yaşam alanı bulur, gerçekleşir, anlamı ifade eder ve toplumsallaşır.
Alevi inancında bireyin biriyle, bireyin toplumla ve evren ile yar olması (ikrarlaşması) barışın en önemli hatların oluşturur. Buradan düşünüldüğünde bireyden başlayarak, toplum ve evrenle birlikte ele alındığında bir anlam ifade eder. Birey kendisinden başlayarak toplum ve evrenle Barış’ı tesis ettiği zaman özgürleşir. Bu aynı zamanda ahlaki politik bir ilkedir ve adaleti de kendi içinde barındırır. Barış, farklıkların tanındığı ve halkların birbirine yaklaştığı bir zemin üzerinde yükselebilir. Böyle bir zemin aynı zamanda adaletin de tesis edildiği bir zemindir. Barış ve adalet arasında da derinlikli bir anlam ilişkisi söz konusudur.
Demokratik Cumhuriyet mi, tekçi devlet mi?
PKK’nin silahsızlanma çağrısı, devletin de demokratikleşme yönünde bir irade gösterip göstermeyeceğini test edecek. Bu noktada tekçilik anlayışıyla demokratik bir çözümün mümkün olmadığı açıktır. Bu süreç; cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik halk ittifakının, radikal demokrasi anlayışının inşası için bir fırsattır. Bu fırsat Türkiye’de yaşayan cümle can için hayırlı olacaktır.
Toplumun yeniden örgütlenmesi; merkeziyetçiliği aşan, yerel halk iradesine dayanan, kadın özgürlüğünü, ekolojik yaşamı, anadil hakkını merkeze alan bir yaşam modelini esas almalıdır.
Aşağıdan yukarıya barış
Barışı yukarıdan beklemek, geçmişin hatalarını tekrarlamaktır. Bugün barışın yolu Diyarbakır’ın sokaklarından, Dersim’in kutsal mekanlarından, Botan’ın köylerinden geçmektedir. Barışı halk kuracak. Kadınlar kuracak. Gençler, inanç toplulukları, emekçiler kuracak. Aşağıdan kurulmayan hiçbir barış kalıcı olamaz. Özellikle Alevi toplumu ve bu toplum adına söz söyleyenler mutlaka ama mutlaka Sürece yönelik söz kurup meydan açmalılar.
Halk meclisleri, kadın meclisleri, gençlik forumları, demokratik kitle örgütleri barışın taşıyıcısıdır. Bu süreçte en büyük sorumluluk, barışı savunan toplumsal güçlerin omuzlarındadır.
Kadınlar olmadan barış olmaz
Bu sürecin öznesi kadınlardır. Erkek egemen bir masa etrafında kurulacak hiçbir “çözüm”, halklar nezdinde karşılık bulmaz. Kadınların özgürlük mücadelesiyle örülmeyen hiçbir barış, halklara eşitlik getirmez. Barışın dili, kadınların sesiyle yükselmelidir.
Umutsuzluk değil, örgütlü umut
“Devlet nasılsa adım atmaz” diyerek kenara çekilmek de, “müzakereler yürürken her şey düzelir” rehavetine kapılmak da sorumluluktan kaçmaktır. Barış mücadelesi örgütlü iradeyle mümkündür. Halk, kendi barışını inşa etmek zorundadır. “Barış denemeleri” halkın örgütlü gücü ile “barış görüşmelerine” evrilir.
Şimdi yeni bir dil kurmanın, halklar arasında köprüler inşa etmenin zamanıdır. Bu dil, Hak kelamı gibi yaşatan, onaran, birleştiren bir dil olmalıdır. Barış; adaletle, halkların dayanışmasıyla ve birlikte yürünen yollarla kalıcı hale gelir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, eşit yurttaşlık temelinde yeniden inşa süreci başlamalıdır. Yeni yaşam; sadece çatışmanın bitmesi değil, halkların ortak geleceğini birlikte kurmasıdır. Bu çağrıyı duyan herkes için şimdi görev bellidir: “ gelin canlar bir olalım” şiarının tam da zamanıdır. “canların” birliği beklenti içinde olmaktan ziyade barışın toplumsallaştırılması mücadelesinde özne olmayı ifade eder. Başka bir ifadeyle demokrasi paydasının genişletilmesi barışa giden yolda, savaşta ısrar edenlerin hamlelerini boşa çıkarır.
Barış, sadece devlet eliyle sağlanan bir “ateşkes” ya da “güvenlik” durumu değildir. Aynı zamanda toplumlar arası güven, adalet, eşitlik ve tanınma taleplerinin karşılandığı, ilişkilerin dönüştüğü bir süreçtir. Bu nedenle:
Devlet dışıda kalan toplumun ,marjinalleştirilmiş gruplar, hak savunucuları, sivil toplum, akademisyenler, sanatçılar, kadın hareketleri, sol- sosyalist güçler, müteber olarak kabul edilmeyen haklar ve inançların, kadın özgürlükçü hareketlerin, toplumsal ekolojiyi esas alan yapılanmaların vb. barış kültürünü yaygınlaştırmaları belirleyici olur.
Barışı sadece silahların susması değil, toplumsal bir dönüşüm olarak görmeleri önemlidir.
Devletin barış politikalarına uzak ya da direngen olduğu dönemlerde bile, barış isteyen birey ve gruplar “toplumdan topluma barış” inşa edebilirler. Bu süreçler uzun vadeli, sabırlı ve kapsayıcı çabalar gerektirir. Ama nihayetinde, barışı sadece bir “devlet projesi” olmaktan çıkarıp, toplumsal bir dönüşüm meselesi haline getirmenin en güçlü yolu da buradan geçer. Barış talep etmek, demokratik toplumun bir mücadele yöntemidir.
Barışa sahip çıkmak, onu sokakta, evde, işyerinde, okulda örmek; ruhta, zihinde, bedende barışı içselleştirmek…
Çünkü barış, ancak halk örgütlenirse yaşar. Rıza toplumu süreklerinin politik tutum belirleyerek, demokratik bir çerçevede barış sürecinin dilini, araçlarını, yöntemini, örgütleme şeklini yenilemelidir. Eski yöntem ve araçlarla yeni süreç inşa edilemez.
Çünkü demokrasi, ancak biz yaşatırsak kalıcı olur. Barışı talep etmekten ziyade toplumsal barışı inşa etmek için örgütlenmek, aynı zamanda demokratik bir mücadeledir ve demokrasiyi inşa etmektir.
Birey, toplum ve evren ile yar olanlara aşk olsun