Göçün insanlık tarihi kadar eski bir olgu olduğunu unutmamak gerekiyor. İnsanlar, çeşitli sebeplerle her zaman bir yerden başka bir yere doğru yola çıktılar; gönüllü ya da gönülsüz olarak. Kimi zaman savaş ve kıyımlardan kaçmak için, kimi zaman doğal afetler sebebiyle göç etmek zorunda kaldılar. Bazen daha iyi bir yaşam ümidiyle, bazen de sadece ait oldukları yerde kabul görmedikleri için yollara düştüler. Bu hareketlilik, bireysel kaderleri olduğu kadar toplumsal yapıları da dönüştürdü. Bir şekilde popülasyonların sürekli değişmesi ve dönüşmesi, yaşadığımız dünyada hem doğal bir olgu hem de kaçınılmaz bir sonuçtur. Göçün ardından gelen yeni bir kimliğin inşası ise, göçün kendisi kadar tartışmalı ve çetrefilli bir süreçtir.
Yirminci yüzyıl, savaşlar, sanayileşme, sömürge sonrası bağımsızlık hareketleri ve küreselleşme gibi dinamiklerle şekillenirken, bu gelişmelerin en önemli sonuçlarından biri kitlesel göç hareketleri oldu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları milyonlarca insanı yerinden ederken, ekonomik kalkınma arayışı kırsaldan kentlere ve gelişmiş ülkelere yoğun bir iş gücü göçünü teşvik etti. Göç sadece coğrafi bir yer değiştirme değil, aynı zamanda kültürel kimliklerin yeniden şekillendiği bir süreçti. Bu süreç, sinemanın hem bir anlatı aracı hem de bir bellek mekânı olarak göç deneyimini görünür kılmasını sağladı. Böyle bir konjonktür içinde doğan sinema, göçe içkin hikâyeler üretmeye her zaman devam etti. 20. yüzyıl sineması, göçün getirdiği aidiyet krizini, kültürel çatışmaları ve yabancılaşmayı da ele alan sayısız yapıt üretti.
Lee Isaac Chung’un 2020 yapımı Minari filmi, son dönemde göç ve beraberinde getirdiği “yeni bir kimlik” inşası olgusuna en hümanist ve şiirsel bakışlardan birini sunuyor. Film, göçmenlik deneyiminin bireysel ve toplumsal boyutlarını iç içe geçirerek, aidiyet duygusunun değişken doğasına bakıyor.
Kenetlenmek mi, yoksa parçalanmak mı?
Amerikan rüyasının eleştirildiği filmlerin sayısı belki de sonsuzdur. İnsanların tahayyülünü kurduğu, huzurlu ve görünürde temelleri sağlam olan bu iki katlı bahçeli evlerin birer illüzyon ve aldatmacadan ibaret olduğu fikri üzerine inşa edilen bu anlatılar, bu evlere sahip olmak isteyen insanların trajik yaşamlarına odaklanır. Bu anlatılar, yalnızca ekonomik mücadeleyi değil, aynı zamanda bağlantılı olduğu kimlik arayışını da işler.
Minari’nin yaptığı tam olarak bu. 1980’lerde geçen film, Amerikan rüyasının peşinde Kore’den ABD’nin Arkansas eyaletine göç eden bir babayı ve ailesini mercek altına alırken, göç ve kültürel kimlik inşasını birbirine sıkı sıkıya örerek anlatısını çok katmanlı bir hale getiriyor. Film, yalnızca ekonomik bir var olma mücadelesini değil, göçmen kimliğinin devinimli doğasını da ele alıyor.
Jacob ve eşi Monica, bir fabrikada çalışmaktadır. Hayal ettikleri iş bu olmasa da, göreceli bir istikrar ve belirli bir yaşam standardı sunmaktadır. Kore’den geldikten sonra on yıl boyunca yaşadıkları Kaliforniya’yı ve bu işi bırakarak, Amerika’da başka bir yere bir hayalin peşinden giderler. Jacob (Steven Yeun), ailesini daha iyi bir yaşam idealiyle peşinden sürüklerken, kendi toprağını ekip biçme arzusunu da gerçekleştirmek istemektedir. Amerika’da kök salma isteğinin metaforik bir tezahürü olan bu hayali, onu Arkansas’a götürür. Ailesini dört tekerli bir karavana yerleştirirken, bir yandan da satın aldığı toprak parçasını işlemek için kolları sıvar. Amacı, Amerika’da kendi yurdunda yetişen sebzeleri ekmek ve özellikle Koreli topluluğa satmaktır.
Ancak Monica, bu kırsal hayatın getirdiği belirsizlikler ve zorluklarla mücadele ederken huzursuz ve endişelidir. Çocuklarının izole bir ortamda büyümesi ve özellikle küçük oğulları David’in kalp rahatsızlığı, onu daha da kaygılandırmaktadır. Üstelik kendisi de tıpkı çocukları gibi yalnızlaşmaktadır.
Bu süreçte, hem Monica’ya destek olmak hem de torunlarının yanında olabilmek için annesi Soonja (Yuh-Jung Youn) yanlarına taşınır. Ancak filmin ilk perdesinde, “Kore kokan” büyükannesiyle aynı odayı paylaşmak zorunda kalan küçük David, bu durumdan pek de hoşnut değildir. David’in Soonja’ya karşı mesafeli duruşu, yalnızca jenerasyon farkının değil, aynı zamanda göçün aile içindeki dinamikleri nasıl değiştirdiğinin de bir göstergesidir.
Büyükanne’nin gelişiyle birlikte, hikâye daha da katmanlı bir hale gelir. Farklı kuşakları temsil eden bu göçmen ailesinin iç çatışmaları, çelişkileri ve sorgulamaları incelikle birbirlerine eklemlenirken parçalanacakları mı yoksa kenetlenecekler mi sorusu filmin bel kemiğini oluşturur.
Her yerde yeşeren bir bitki
Filmin merkezinde, aileyi tamamlayan önemli bir figür var: Büyükanne Soon-ja (Youn Yuh-jung). Onun gelişi, yalnızca nesiller arası bir çatışmayı değil, aynı zamanda Kore kimliğinin göçle nasıl dönüşebileceğini de gözler önüne seriyor. Yalnızca kültürel alışkanlıklar düzeyinde değil, aynı zamanda aidiyet duygusuyla da alakalı olan bir dönüşüm.
Soon-ja, torunu David’e Kore’den getirdiği minari tohumlarını kaldıkları karavanın aşağısındaki su kenarında ekip büyütmeyi öğretirken, yeni bir yerde kök salmanın, aynı zamanda eski kökleri yaşatmak anlamına geldiğini telkin eder. Bu öğreti, göçmen kimliğinin geçmişle gelecek arasında kurduğu dengeye dair güçlü bir ifadedir.
Minari, su kişnişi olarak da bilinen ve doğada kendiliğinden yetişen bir Doğu Asya bitkisidir. Filmde minarinin varlığı, toprağın sunduğu bereketin ve gizemli bir kaderin simgesi ve aile için yaklaşan güzel gelişmelerin bir işaretidir. Bu bitkiyi, göçmenlerin farklı coğrafyalarda kök salma çabasının ve dirençlerinin de bir yansıması olarak görmek mümkün.
Filmdeki hikayeye benzer bir geçmişe sahip Lee Isaac Chung’ın filmi, seksenlerde geçen bir anının nazik, puslu ve yer yer hayali enerjisine sahip. Yönetmenin yaptığı dramatik tercih ise isabetli: Ne idealize edilen bir Amerika, ne de romantize edilen bir Kore… Minari tam olarak bu iki uç arasında, göçmen olmanın gerçekliğini hissettiren bir yerde duruyor.