Erdoğan iktidarı, HTŞ ve SMO üzerinden şekillendirilecek bir “yeni Suriye” hesabı içinde. Ancak Türkiye yönetiminin hedefleriyle Suriye halklarının talepleri ve tayin edici emperyal aktörlerin hesapları arasındaki farklar, bunun kolay bir yol olmadığını gösteriyor. Dolayısıyla Suriye’de her şeyi olmuş bitmiş gibi sunan değerlendirmelere fazla itibar etmeden; esas dikkati farklı uluslardan ve dini inançlardan Suriye halklarına, bir şeriatçı din devletine onay vermeyecek kadınların taleplerine yöneltmek, eşitlikçi ve demokratik Suriye’yi savunmak gerek.
Sosyalist güçler, Türkiye’nin devrimci demokratik güçleri derli toplu, ortaklaşa ve dikkat çeken bir tutum sergilememiş olsalar da; her biri tek tek yaptıkları açıklamalarla, Suriye’nin kaderini, farklı ulus ve inançlardan Suriye’de yaşayan halkların belirlemesi gerektiğini ifade ediyor. Kürt halkının Suriye’deki gelişmelerde önemli aktörlerden biri olduğu ve Kürtsüz bir Suriye geleceğinin konuşulamayacağı gerçeği giderek daha da somutluk kazanıyor.
Her şeyden önce Suriye’deki gelişmelerin Türkiye’nin içinde etkileri oluyor ve olacak. Dolayısıyla sol, sosyalist, demokratik Kürt, Türk, Arap, tüm Türkiye halklarından barış yanlısı güçlerin savaşa, şiddete, cihatçı selefi hesaplara ve arkasındaki güçlere itiraz için güçlü bir tutum sergilemesine ihtiyaç var.
Zira, emperyalist güçlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme hesabının sonucu olarak devreye sokulan ve çok kısa süre içinde realize edilen askeri harekat; Esad’ın, iktidarını HTŞ’ye bırakıp ülkeyi terk etmesiyle sonuçlandı. Şimdi, bu gelişmede esas rol sahibi olan ülkeler başta olmak üzere eskisiyle, yenisiyle tüm aktörlerin yeni hamleler için hazırlık yaptığı bir sürecin içindeyiz. ABD’nin esas hamlesini 20 Ocak’ta göreve başlayacak olan Trump belirleyecek, ancak şimdilik HTŞ, AKP iktidarı ve Kuzeydoğu Suriye Demokratik Güçleri arasında bir denge oluşturmaya çalıştığı anlaşılıyor.
- Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Sykes-Picot anlaşmasıyla Ortadoğu haritalarını belirleyen esas aktörlerden biri olarak İngiltere’nin bu süreçte de bir rol oynadığı ve süreci yönetmeye aday olduğu görülüyor. Başını Fransa ile Almanya’nın çektiği AB ise, bir yandan bölgesel kaynakların sevki, Kıbrıs üzerinden yeni bir enerji nakil rotası çizilmesi, ticaret yollarının planlanması, diğer yandan mülteci sorununda geri dönüşü de sağlayacak düzenleme üzerinde çalışıyor. AB’nin, Bosnalı göçmenlerin geri dönüşüne benzer bir plan da dahil olmak üzere Suriye’nin inşasına aktarılacak fonlar ve karşılığını nasıl alacağı gibi çok yönlü hesaplarla meşgul olduğu görülüyor.
Türkiye’nin kendi ajandasını fırsat buldukça devreye sokmasından bazı rahatsızlıkları olsa da bunları ayrıntı olarak gören ABD, AB ve İngiltere, Suriye’de tesis edilecek yeni yönetim için komple bir hesapla hareket ediyor. Bir yandan HTŞ ile fiilen doğrudan ilişkiler kurarken, bunun önümüzdeki süreçte yaratacağı riskleri de hesaplayarak bir yeni şekillendirme hesabının içinde oldukları sır değil.
Esad’ın yıkılmasında Suudi Arabistan, BAE, Katar, Türkiye birlikte hareket etse de Katar ve Türkiye dışında, bölgenin hemen tüm Arap yönetimlerinin HTŞ hakkında endişeleri var. Daha şimdiden Alevilere, Hristiyanlara ve Dürzilere karşı yağma, öldürme, soygun hareketlerine başlayan HTŞ çetelerinin yarın nasıl harekete edeceğini kestirmek zor!
Körfez ülkeleri, Mısır ve daha birçok ülke tedirgin. El Kaideci çizginin, selefi bir iktidarın Arap ülkeleri için ileride ciddi riskler taşıdığını düşünerek ihtiyatlı hareket ediyorlar.
Esad’ı deviren güçlerin, HTŞ ile ne kadar yol alacakları önümüzdeki süreçte sergilenecek icraatla daha açık görülecek. Türkiye başka türlü davransa da bölge devletleri, Suriye ve Ortadoğu için yeni gelişmelerin söz konusu olabileceği öngörüsüyle temkinli hareket ediyor. HTŞ de, Batılı emperyalist güçlerin, İsrail’in ve bölge Arap devletlerinin açık ve örtülü bir şekilde desteğini arkasında toplasa da, bunun ilelebet sürmeyeceğinin farkında.
İsrail, deyim yerindeyse Suriye’de tıkır tıkır işlemiş olan planından memnun görünüyor. Siyonist Netanyahu iktidarı, Suriye’de iktidar değişikliğinin yarattığı şokta, Gazze ve Lübnan’da döktüğü kanı sindirmek için bir olanağa kavuşmuş oldu. Golan Tepeleri’ni işgal etmekle kalmadı, stratejik bir nokta olan Hermon Dağı’na üslerini ve karakollarını bir daha çıkmamak üzere konuşlandırdı. HTŞ’nin taleplerini karşılamadığı Süveyda bölgesinde özerk bir Dürzi yönetimi hesabını da devreye sokmak istiyor.
Ancak İsrail için başarı gibi görünen bu gelişmelerin her biri kendi içinde farklı risk ve denklemleri de barındırıyor. Filistin, Lübnan ve Arap halklarının ilelebet suskun kalacağı düşünülemez. İsrail ordusunun Şam’ın 15 km yakınına kadar girmiş olması karşısındaki HTŞ suskunluğunun da başka bir tepkiyi mayalaması da beklenebilir.
Suriye’nin kara, hava ve deniz olmak üzere hemen tüm askeri tesislerini imha eden, stratejik işgal alanını genişleten Netanyahu iktidarı karşısında HTŞ’den ve HTŞ’ye iktidar mihmanlığı iddiasındaki Türkiye’den bir tepki gelmemesi de dikkat çekiyor.
Lübnan’a komşu, Alevi nüfusun çoğunlukta olduğu Lazkiye, Tartus’ta, yine Şam, Hama, Humus, Ceble gibi bölgelerde HTŞ’den rahatsızlıklar var. Halep’te türbe yakıldı ve 5 görevli öldürüldü. HTŞ koalisyonu içindeki grupların baskı, taciz, yağmalama, yangın, öldürme hareketlerine karşı birçok yerde kitlesel gösteriler yapıldı. Kadınlar da Şam’da düzenlenen gösterilerde laiklik isteğini haykırdı.
Bütün bu gelişmeler, 12 günde iktidar değişikliği gibi kolay bir zafer elde eden, içinde ne Kürt, ne ılımlı Sünni, ne Dürzi, ne Alevi olan, sonradan bir kadın dahil edilse de hepsi Selefi olan HTŞ kabinesinin geleceğiyle ilgili tartışmaların büyüyebileceğini, Suriye’de iktidar hamurunun kolay karılmayacağını gösteriyor.
İran ise, Şam’ın HTŞ tarafından ele geçirilmesinin ortaya çıkardığı çok yönlü denklem içinde kendisine yeni bir yol haritası çizmeye yoğunlaşmış görünüyor. Molla rejimi, bir yandan bu gelişmenin Irak’taki etki alanı üzerinde yaratacağı depremi hesaplarken kısa sürede Şam’ı ele geçirip Selefi HTŞ’ye teslim eden güçlerin gözlerini kendisine yönelttiğinin farkında. İran, Rusya’nın da Ukrayna konusundaki sıkışıklığından hareketle mümkün olduğunca ölçülü davranarak, bu süreci olabilecek en az tahribatla savmayı hesaplıyor. Ancak içerde ve dışarıda işi zor.
Yeniden Türkiye’ye dönecek olursak; MİT Başkanı Kalın’dan sonra Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da Şam’a gitti. Erdoğan için Emevi Camii’nde namaz hazırlığı yapılsa da, Türkiye için de işler hiç kolay olmayacak gibi. Kürtleri ve Kuzey Doğu Suriye’deki halkların iradesini yok sayan politikada bir değişime gidilmiyor. Dolayısıyla halkların ve inançların eşit ve özgür olacağı demokratik bir Suriye yerine, Sünni-Selefi bir iktidarla fazla yakınlaşmak, iç politikada fetih söylemleri, risklerin Türkiye’ye fatura edilmesiyle de sonuçlanabilir.