Suriye sahası son iki yılda bölgesel iktidar oyunlarının hangi araçlarla yeniden kurulduğunu açığa çıkardı. HTŞ’li Abu Mohammad Al Colani’nin 2025 başında geçici bir yönetim figürü olarak öne çıkması ve uluslararası arenada görünürleşmesi bu dönüşümün sembolik doruklarından biri oldu. Bu görünürlük iç meşruiyet arayışı olduğu kadar dış aktörlerin ekonomik ve diplomatik teşvikleriyle beslenen bir yeniden inşa projesinin parçasıdır. Bu bağlamda Suudi Arabistan ve diğer Körfez aktörlerinin büyük yatırım taahhütleriyle yeniden inşa planlarına dahil olması, merkezi otoritenin kısa sürede ekonomik kaynaklarla desteklenmesine olanak sağlıyor.
Bu gelişmeler Kürtlerin liderliğindeki adem-i merkezileşme pratikleri için iki yönlü bir sınav yaratıyor.
Birincisi ulus devletlerin merkeziyetçi yönelimi ve dış meşruiyet kazanma süreçleri, öz yönetimlerin siyasi varlığını kuşatıyor. Geçici Suriye hükümetinin Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ile görüşmeleri, entegrasyona dair anlaşma girişimleri ve aynı dönemde Türkiye’nin bölgesel talepleri bunun sahadaki yansıması. Bu anlaşmalar Kürt temsilcileri resmi süreçlere dahil etse bile müzakere asimetrileri, güvenlik garantilerinin zayıflığı ve yerel hakların koşulluluğu riski beraberinde getiriyor.
İkinci yön ise uluslararası aktörlerin verdiği meşruiyet ödünleriyle alakalı. Büyük güç rekabeti ve bölgesel dengeler hızla uluslararası görünürlük kazandırabiliyor. ABD siyaset çevrelerindeki bazı ifadeler, bir aktöre yönelik jeopolitik ihtiyaçlarla meşruiyet desteğinin birebir bağlandığını gösteriyor. Bu tür destekler devletlerarası hukuki normlardan ziyade fiili güç dengeleriyle şekillendiği için öz yönetimlerin hak taleplerini uluslararası sahada savunmasını daha da zorlaştırıyor.
Önder Öcalan’ın barış ve demokratik toplum çağrıları PKK’nin stratejisinde dönüşümlere yol açarken bu çağrılarla fiili müzakerelerin sahadaki karşılığı arasında ise tabii ki büyük bir uçurum var. Türk devleti, merkeziyetçi güvenlik paradigmasını ve ulus devlet inşasını korumaya devam ediyor. Bu yaklaşım, yereldeki öz yönetim taleplerini güvenlik tehdidi perspektifinde okumaya devam ettiği için Kürt hareketleri hem askeri hem siyasi olarak marjinalize edilme riskiyle karşı karşıya kalıyor.
Bu dinamikleri yorumlarken şu üç yapısal gerçeği öne almak gerekir.
Birincisi ulus devletlerin tahkimi askeri, bürokratik araçlar kadar siyasi ekonomi üzerinden sağlanıyor. İkincisi dış meşruiyet kısa vadeli istikrar kazanımı sağlasa bile uzun vadeli toplumsal uzlaşma olmadan kırılgan bir istikrar üretiyor. Üçüncüsü ulus devletin güçlenmesi ile demokratik gerileme arasında otomatik ilişki yok ancak merkeziyetçi politikaların azınlık hakları ve yerel özerklikler üzerindeki baskı kapasitesi yüksek.
Öyküyü tek cümleyle özetlemek gerekirse: adem-i merkezileşme modelleri sahada bir meşruiyet ve verimlilik argümanı sunuyor ama ulus devletlerin küresel aktörlerden aldığı maddi ve diplomatik destek bu argümanı tüketme potansiyeli taşıyor.
Birkaç senaryo makul görünüyor.
Birinci senaryo, merkez yeni inşa sürecinde öz yönetim aktörlerini sınırlı haklarla devlet çerçevesine alır. Bu senaryo kısa vadeli istikrar sağlar ama rıza üretimi sınırlı olur.
İkinci senaryo, merkezi söylem tek kimliği önceleyen politikalarla yerel kurumları zayıflatır bu da göç ve gerilim patlamalarına yol açarak asimilasyon politikalarını güçlendirir.
Üçüncü senaryo, dış yatırımcıların ve bölgesel aktörlerin çıkarları çerçevesinde belirli düzeyde özerklik korunur ama bu özerklik ekonomik ve siyasi koşullara bağımlı hale gelir ki bu da bölgesel dengelemeye dayalı bir melezleşme anlamına gelir.
Özcesi bu süreçte biraz ampirik takibe de yoğunlaşmalıyız. Hangi sözleşmeler kimlere veriliyor, yeniden inşa süreçlerinin alıcı profili nedir, güvenlik entegrasyon paketleri hangi hukuki metinlere dayanıyor ve yerel topluluklar üzerinde nasıl bir maddi etki yarattığı incelenmelidir.
Ayrıca uluslararası aktörlerin verdiği meşruiyete bakarken resmi açıklamaların yanında diplomatik temasların, yatırım taahhütlerinin ve propaganda söylemlerinin eş zamanlı analizini yapmak oldukça önemli.
Sonuç olarak bu yeni dönemeçte Kürtlerin konumu hem jeopolitik bir düğüm hem de yerel toplumsal hafızanın taşıyıcısı olarak önemini arttırıyor. Ulus devletlerin merkeziyetçi yeniden inşası ve dış meşruiyet kazanma stratejileri Kürt öz yönetimlerini baskı altına alıyor. Ancak sahadaki öz yönetim deneyimlerini hak talepleriyle sınırlı bir argüman olarak görmemeliyiz. Bu deneyimler ve dayandığı teorik alt yapı, kriz dönemlerinde pratik çözümler üreten kurumlar olarak literatüre ve siyasete müdahale etmeye devam ediyor.