‘Yerli ve milli’ söylemiyle büyütülen savunma sanayii, Türkiye’de sermaye birikiminin yeni merkezlerinden biri haline gelirken militarizasyon bütçeden gündelik hayata kadar her alanı kuşatıyor
Türkiye’de savunma sanayii son yirmi yılda yalnızca bir “güvenlik” alanı olarak değil, doğrudan bir ekonomi-politik tercih olarak şekillendi. İsmet Akça ve Barış Alp Özden’in hazırladığı Türkiye Savunma Sanayiinin Ekonomi-Politik Haritası başlıklı kapsamlı rapor, bu dönüşümün ardındaki mali akışları, sermaye ilişkilerini ve siyasal bağları görünür kılıyor. Ortaya çıkan tablo, iktidarın sıkça dile getirdiği “bağımsızlık” ve “yerlilik” söyleminin arkasında devasa bir militarist birikim rejimi olduğunu gösteriyor.
Rapora göre Türkiye’de askeri harcamalar 1980 sonrası dönemde neredeyse kesintisiz biçimde artış eğiliminde. 1988-1999 arasında toplam askeri harcamalar dolar bazında 4,3 katına çıkarken, askeri teçhizat harcamaları aynı dönemde 5,7 kat arttı. 2000’li yılların başında bütçe içi savunma harcamalarında görece bir düşüş yaşansa da bu gerileme bütçe dışı kaynaklar, özellikle Savunma Sanayii Destekleme Fonu (SSDF) üzerinden telafi edildi.
AKP döneminde savunma harcamalarının karakteri değişti: Personel giderleri görece azalırken, silah üretimi ve tedariki merkezli harcamalar hız kazandı. SIPRI uyumlu geniş tanıma göre Türkiye’nin askeri harcamaları 2015 sonrası dönemde yeniden belirgin bir sıçrama gösterdi. Bu artış hem iç güvenlik politikalarının sertleştiği hem de bölgesel askeri müdahalelerin yoğunlaştığı bir döneme denk geliyor.
İç güvenliğin askerileşmesi
Raporda dikkat çekilen önemli başlıklardan biri de iç güvenlik harcamaları. 2002-2014 arasında polis teşkilatı bütçesi iki katına, İçişleri Bakanlığı bütçesi ise beş katına çıktı. Aynı dönemde polis personel sayısı yaklaşık yüzde 50 artarak 253 bine ulaştı. Bu tablo, savunma sanayiinin yalnızca “dış tehditlere” karşı değil, toplumsal muhalefetin denetimi açısından da kritik bir rol oynadığını gösteriyor.
Yerli ve milli mi?
İktidarın sıkça dile getirdiği “yerli ve milli savunma sanayii” iddiası, raporda ciddi biçimde sorgulanıyor. 2002’de TSK’nin ihtiyaçlarının yurtiçinden karşılanma oranı yüzde 25 iken bu oranın 2018’de yüzde 65’e çıktığı ifade ediliyor. Ancak bu verilerin hangi kriterlerle hesaplandığı belirsiz. Dahası, savunma sanayiinde ithalata bağımlılık biçim değiştirerek sürüyor. Hazır platformlar yerine motorlar, elektro-optik sistemler ve kritik alt bileşenlerde dışa bağımlılık devam ediyor.
Nitekim savunma ve havacılık sektörünün ithalatı 2012’de 1,4 milyar dolar iken 2019’da 3 milyar doları aştı. Bu artışa rağmen ithalatın toplam ciro içindeki payının değişmemesi, “yerlileşme” söyleminin sınırlarını ortaya koyuyor.
İhracat artıyor ama pay küçük
Savunma sanayii ihracatı 2004’te 196 milyon dolar iken 2019’da 3 milyar doların üzerine çıktı. Ancak bu artış Türkiye’yi küresel silah pazarında belirleyici bir aktör haline getirmiyor. Türkiye’nin küresel silah ihracatındaki payı yüzde 1’in altında kalıyor. Üstelik ihracatın önemli bölümü görece düşük teknolojili ürünlerden oluşuyor.
Uluslararası ambargolar, CAATSA yaptırımları ve NATO içi gerilimler, sektörün kırılganlığını daha da artırıyor. “Bağımsızlık” söylemine rağmen savunma sanayii, küresel güç dengelerine son derece bağımlı bir yapı sergiliyor.
Rapora göre Türkiye savunma sanayii oligopolistik bir yapıya sahip. ASELSAN, TUSAŞ, Roketsan, HAVELSAN gibi TSKGV bağlantılı şirketler sektörde belirleyici konumda. Özel sektörde ise Otokar, FNSS, Nurol ve özellikle son yıllarda BMC öne çıkıyor. Kara araçları alanında yoğun bir rekabet yaşanırken, bu rekabetin siyasal iktidarla kurulan ilişkilerle doğrudan bağlantılı olduğu görülüyor.
İktidarla yakın ilişkiler kuran şirketler kamu ihalelerinde avantaj sağlarken, dışlanan firmalar ihracata yönelmek zorunda kalıyor. İHA ve SİHA alanında Baykar’ın yükselişi ise yalnızca teknolojik değil, siyasal bir hikâye olarak da dikkat çekiyor.
Savunma sanayii büyüdükçe, KOBİ’ler de bu alana çekiliyor. OSB’ler, sanayi kümelenmeleri ve offset politikaları üzerinden binlerce küçük işletme savunma sanayiine entegre ediliyor. Rapora göre bu durum, ekonomik kriz koşullarında sermaye birikimi için “nefes borusu” işlevi görüyor. Ancak bu genişleme, toplumsal refah üretmekten çok militarist üretim zincirini derinleştiriyor.
Silahlanma kalkınma değildir
Akça ve Özden’in raporu, savunma sanayiinin Türkiye’de nasıl bir siyasal-ekonomik tercih haline getirildiğini bütünlüklü biçimde ortaya koyuyor. Artan askeri harcamalar, büyüyen şirket ciroları ve yaygınlaştırılan militarist söylem, emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmiyor. Aksine sosyal harcamaların daraltıldığı, kamusal kaynakların silahlanmaya aktarıldığı bir düzen tahkim ediliyor.
Savunma sanayiinin “başarı hikâyesi” olarak sunulması, bu nedenle yalnızca bir propaganda meselesi değil; aynı zamanda sınıfsal bir tercih. Raporda çizilen ekonomi-politik harita, bu tercihin bedelini kimin ödediğini açıkça gösteriyor.
HABER MERKEZİ









