Sayın Öcalan, sadece devleti değil, her bir aktörü ve çevreyi, ciddiyetle sorumluluk, inisiyatif almaya davet ederek, ilk yürüyüşlerinden bugüne tıpkı 90’lı yılların başında kaleme aldığı kitabına verdiği isim gibi ‘bir muhatap arıyor.’ Ez cümle, ‘Güçlü Türkiye, ancak Demokratik Türkiye ile mümkündür!’ diyor
Cengiz Çiçek
Ve uzunca süredir kamuoyunun beklediği İmralı görüşmesi 28 Aralık günü gerçekleştirildi. İmralı’da Sayın Öcalan ile yapılan görüşmenin çerçevesi ana hatlarıyla kamuoyuyla da yazılı olarak paylaşılmış oldu. Her şeyden önce yıllar sonra Sayın Öcalan’dan sorunların tespitine ve çözümüne dair önemli satırlarla tekrardan buluşmak gerçekten çok kıymetli ve hayatiydi. Yazılı çerçevenin her bir cümlesi, ilgili her çevrenin ve aktörün üzerinde yoğunlaşmasını fazlasıyla gerektiriyor. Açıkçası bu kısa bilgilendirmedeki her bir cümlede hissedilen berrak akıl, olacaksa bir toplumsal-demokratik çözüm, bunun baş aktörlerinden birisi olan Sayın Öcalan’ın sağlık, güvenlik ve fiziki özgürlük koşullarının da ne düzeyde kritik önemde olduğunu gösteriyor. Sorunun çözümünün taraflarından birisinin tutulduğu ağır tecrit koşullarının ortadan kaldırılması ve rolünü bu koşulların sağlanmasıyla oynayabilmesi, devleti yönetenlerce bir samimiyet testi olacağı gibi toplumsal sağlığımızın en temel koşullarından birisi olan barış hakkı için de tarihsel önemdedir. Tam da bu nedenle 28 Aralık’ta açılan İmralı kapıları bir daha kapanmamacasına ardına kadar açılmalıdır. Halkları sömürgeleştiren savaşın yerine, özgürleştiren barış için; imtiyazlı-ayrıcalıklı ulusların yerine, kardeşlik hukukunu tahkim eden eşitlik değerlerinin toplumsallaşması için İmralı kapıları ardına kadar açılmalıdır.
Sayın Öcalan’ın çerçevesini oluşturduğu son açıklamayla birlikte 80’li yıllarda ne diyorsa 2025’e girerken de aynı şeyleri söylediğini ve demokratik-siyasi çözüm perspektifinden milim bile şaşmadığını tekrardan görüyoruz. Aslında bu özelliğiyle sorunun taraflarından birisi olarak da en ilkeli aktör olduğunu artık taraflı-tarafsız herkesin görmesi önem kazanıyor. Buradan hareketle, kamuoyuyla paylaşılan metne ana başlıklarıyla biraz daha yakından mercek tutalım.
- Sayın Öcalan, “Türk-Kürt kardeşliğini yeniden güçlendirmek”ten bahsederken aslında bu ilişkilerin zayıflatıldığı ve zayıflayan her şey gibi tehlike altında olduğunun da altını çizmiş oluyor. Tarihsel olarak Türk-Kürt ilişkilerine kafa yoran ve hâkim olan önemli tarihçiler, düşün insanları elbette ki işin bu boyutuna dair katkı sunacaklardır. Ama güncel olarak bir tespit yapacak olursak ilgili her çevrenin artık şu gerçekle yüzleşmesi gerekmektedir. Yüz yıl boyunca Kürt halkının inkârı üzerinden inşa edilen anti demokratik bu sistem, Türkiye halklarının da demokratik haklarını tırpanlamaktadır. Böylece demokratik standardı düşen her toplum gibi bir arada yaşam ısrarı zayıflamakta, karşılaştığı sosyal, ekonomik, kültürel her sorunun müsebbibi olarak kendisi dışında başka bir etnik grubu görmekte ve ona dair düşmanlık duygusu her geçen gün derinleşmektedir. Bu halkların ilişkisinde bir sapmadır ve müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Sayın Öcalan, yıllar önce küresel güçlerin ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye halklarının ve Kürt halkının üzerindeki planı olarak bu durumu şu sözlerle özetlemişti: “İstiyorlar ki Türk Kürt’ü ezsin, Kürt de Türk’ü vursun.” Bu cümleler, yüz yıllık Cumhuriyetin özeti sayılabilir. Gelinen aşamada Kürt halkına yaşadığı her yerde ölümü dayatan verili duruma, demokratik çözüm temelinde müdahale edilmediği sürece, tıpkı Gazze ve Suriye’de görüldüğü üzere halkların ve inançların birbirini kadim kardeş-dost değil düşman gördüğü bir sosyal-siyasal iklimin Türkiye’de cereyan etmesine ramak kalmış da diyebiliriz.
- Kürt-Türk kardeşliğini güçlendirmenin yolu da Kürt meselesinin demokratik-barışçıl ve toplumsal çözümünden geçiyor. Aslında Kürt barışı, ona düşmanlık temelinde karakterize edilmek istenen Türk kimliğinin de eşitlik, adalet ve özgürlük değerleriyle daha güçlü yüklenmesi olduğu gibi inkâr cenderesinde tutulan halklar ve inançların özgürlük bahçesinde yeşermesidir. Deneyimlerimizle sabit vurguluyoruz tüm bunları. Elbette Kürt sorunu bu ülkenin tek sorunu değil. Ancak hemen hemen her sorunu derinleştiren, içinden çıkılmaz bir hale büründüren bir katalizör görevi de görüyor. Dolayısıyla Kürt sorununun çözümünü de sistemin demokratik dönüşümünün gerçek şartı olarak tarif etmek abartı olmasa gerek. Yani Kürt meselesinde demokratik çözüm, bugüne kadar kaynağını çözümsüzlükten alan baskıcı, otoriter yönetim biçiminden kurtulmaktır. Yanısıra çözümsüzlükte ısrar eden iktidarları ayakta tutan cinsiyetçi, milliyetçi, piyasacı ve dinci tüm politikalara siyaset kurumunun ve toplumun daha az muhatap olması ya da sistematik olarak muhatap olmaktan kurtarılması anlamına da geliyor bu durum. Özünde bu bile tek başına son derece devrimsel bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
- Sayın Öcalan, “Sürecin başarısı için Türkiye’deki tüm siyasi çevrelerin dar ve dönemsel hesaplara takılmadan inisiyatif alması”nın altını çizerek, hem Kürt meselesinin çözümünde bütün siyasi çevrelerin muhatap olması gerektiğini söylüyor hem de önceki çözüm süreçlerinden çıkarılması gereken dersleri yine tüm muhataplara hatırlatıyor. Hatırlanacak olursa Oslo ve İmralı diyalog süreçlerinin en kritik eksikliklerinden birisi, sürecin iktidar partisi ve Kürt siyaseti arasına sıkışmasıydı. Bu durumu Sayın Öcalan “üçüncü göz”, “tarafsız heyetler” gibi önerilerle aşmaya çalışsa da iktidarın süreci yönetme biçimi ve başta ana muhalefet olmak üzere resmi muhalefetin “tuzu kuru” tavrı, süreci akamete uğratan faktörlerden birisi oldu. Her iki diyalog sürecinde de önemli oranda bir siyasal çevrenin Kürt meselesini “terör sorunu” olarak görmekte ısrar etmesi, çözümsüzlüğe hizmet etti. Halbuki defaatle dile getirdiğimiz gibi Kürt sorunu politik bir sorundur. Sistemin karakterinin şekillenmesinde önemli bir payı olduğu için politik bir çözüm yaklaşımını zorunlu kıldığı kadar; toplumsal ilişkileri iktisadi ve kültürel olarak önemli oranda belirleyen bir sorun olduğundan, siyaset üstü bir yaklaşım da aynı oranda zorunludur. Siyaset üstü yaklaşım, iktidarın Kürt meselesini kendi ömrünü uzatmasının, muhalefetin de iktidarı köşeye sıkıştırmanın, devirmenin bir aracı haline getirmemesi; yani sorunun, gündelik siyasi pragmatizmin ötesinde ciddiyetle ele alınması demektir. İktidarından muhalefetine her bir siyasi aktör ve çevrenin, -Ortadoğu merkezli son gelişmelerin de tekrardan doğruladığı üzere- ülkenin bütününün bir sorunu olarak görüp sorumluluk alması artık kaçınılmazdır. Elbette daha bir ‘süreçten’ bahsetmek için çok erken. Buna rağmen İmralı’ya giden heyetin yazılı açıklamasından sonra muhalefet partileri ve sivil toplum temsilcileri, aydınlar, İmralı’ya gitmek ve çözüm aklına destek vermek istediklerini belirterek, şimdiden inisiyatif alarak sürecin geliştirilmesi yönünde kararlılığı, cesareti neden örgütlemesin?
- Sayın Öcalan, Kürt sorununu “dışardan müdahalelerle kangrenleştirilmeye çalışılan bir sorun” olarak tarifleyerek, hem sorunun uluslararası bir sorun haline geldiğinin görülmesi gerektiğini hem de bu sorunu uluslararası boyutlara taşıyanın, çözümsüzlük aklını derinleştiren, kurumsallaştıran iç politik özneler olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Doğal olarak da çözümsüzlükte rol alanları, çözüm konusunda sorumluluk almaya davet ederek “darbe mekaniğini” boşa çıkarmanın yolunu gösteriyor. Bu yönüyle de “yerlilik ve millilik” yarışına giren resmi siyasetin karşısına “ortak vatanda demokratik çözüm” perspektifiyle en hakiki yurtsever duygu ve bilinçle çıkıyor. Öte yandan sorunun yerel ve evrensel boyutlarını bir arada değerlendiren diyalektik bakış açısıyla Kürt meselesi şahsında başta Filistin sorunu olmak üzere Demokratik Ortadoğu Çözümü’nün de aklını örgütlüyor.
- Kendisiyle İmralı’da görüşen Sayın Buldan ve Sayın Önder’den oluşan heyetin, devlet ve siyasi çevreleri ziyaret ederek, kendisinin yaklaşımının paylaşılacağını belirterek, kendisine has bir sürat ve ciddiyetle kamuoyu diplomasisine başladığını da böylece duyurmuş oluyor. Bu yönüyle de her çevre ve aktörden daha fazla Kürt meselesinin siyasal zeminde çözümüne hazır olduğunu tüm netliğiyle dün olduğu gibi bugün de ortaya koyuyor.
Özetle Sayın Öcalan, kamuoyuyla paylaştığı son yazılı mesajıyla kendi şahsında Kürt halkı ve Türkiye halklarına yönelik uluslararası komplonun 26. yıldönümünde İmralı’yı halklara yönelik komplocularla hesaplaştığı bir barış ve özgürlük adasına çevirdiğini yeniden ilan ediyor. İmralı’ya getirildiği ilk günlerde ifade ettiği Demokratik Cumhuriyet mücadelesini tüm sebatkarlığıyla, bilgeliğiyle ve iddiasıyla sürdürüyor ve bu mücadeleye son metinleri aracılığıyla herkesi çağırıyor. Belki bu aşamada bir süreç yok ama bu işin gerçek anlamda bir demokratikleşme sürecine evrilmesi için tüm siyasi, toplumsal çevreleri katkı sunmaya davet ediyor. Dolayısıyla bu aşamada ‘süreç’ yok ama çağrısı var.
Gerçek anlamda bir çözüm süreci için de son İmralı sürecine ülkenin her yerinden destek veren milyonların, bu işi siyasal partiler arası diyalogların dışına taşıran; kendisine mal eden kararlılığına ve örgütlü cesaretine ihtiyaç var. Bunun için de her kesimin barışın toplumsallaşmasına hizmet edecek bir ‘Barış Hareketi’ne ekmek kadar, su kadar ihtiyacımız var. Bu sağlanabildiği ölçüde TBMM halk iradesinin tecessüm ettiği bir yer olarak gerçek rolünü oynayabilecektir. Netice itibariyle Sayın Öcalan, sadece devleti değil, her bir aktörü ve çevreyi, ciddiyetle sorumluluk, inisiyatif almaya davet ederek, ilk yürüyüşlerinden bugüne tıpkı 90’lı yılların başında kaleme aldığı kitabına verdiği isim gibi “bir muhatap arıyor.” Ez cümle, “Güçlü Türkiye, ancak Demokratik Türkiye ile mümkündür!” diyor.