1220’li yıllarda Pagan dönemi İskandinav toplumunda ölüye saygı vardı. Hatta düşman cenazelerine bile büyük bir saygı duyulurdu. Egill Saga’sında (İskandinav toplumunu konu alan anlatılar) Egill, hasımı Önundr ve adamlarını öldürdükten sonra onların hizmetinde bulunan çobanlara, ‘Efendiniz Önundr ve adamlarının başında nöbet tutun ki; kurt, kuş onları didiklemesin’ der
Arjin Dilek Öncel
Nazım’a, Hrant’a ve tüm yitirdiklerimize…
Ayakkabı, ilk sınıfsal ayrım ve sosyo-ekonomik durumunuzun ilk göstergesi. Yırtık bir çift ayakkabı, Hrant ve Nazım’ın ayağında sorumluluğun, ülkede kalma inadının ve inancın adına dönüşüyor.
Şiddetin sınırı neydi? Nerede başlıyor, nerede bitiyordu? Darp, zorbalık, işkence, kötü muamele, lügatınızda başka neler vardı? Şiddeti nasıl tanımlıyorsunuz? İlk neye yönelikti? Bedene, ruha, sosyal alana mı?
Ruhun bedeni terk etmesinden sonra peki, yani bedenin hissetmediğine şiddet denilir miydi? Ruhun terk ettiği bir bedene yönelik ise şiddetin tanımı değişir mi? Bedenin acıyı duymaması şiddet için bir sınır olabilir miydi?
Şiddet ölü bedenlerimize, mezarlarımıza yöneldiği günden beri her gün biraz daha çürüyoruz.
1220’li yıllarda Pagan dönemi İskandinav toplumunda ölüye saygı vardı. Hatta düşman cenazelerine bile büyük bir saygı duyulurdu. Egill Saga’sında (İskandinav toplumunu konu alan anlatılar) Egill, hasımı Önundr ve adamlarını öldürdükten sonra onların hizmetinde bulunan çobanlara, “Efendiniz Önundr ve adamlarının başında nöbet tutun ki; kurt, kuş onları didiklemesin” der.
Aynı Saga’nın başka bir yerinde ise Harald, Thorolfr ve adamlarını öldürdükten sonra yanında bulunan Ölvir’e, Thorolfr’un şerefine yaraşır bir cenaze töreni düzenlemesini ister.
1220’li yıllardan günümüze geldiğimizde, ölülerimize yapılanlara karşı “sessizlik kulelerine” kapanan ve akbabaların ölülerimizi nasıl yediğini izleyen bir topluluk oluştu.
14 Aralık 2015; Şırnak’ın Silopi ilçesinde 57 yaşındaki Taybet İnan (Taybet ana), sokağa çıkma yasaklarında evinin önünde keskin nişancılar tarafından vuruldu. Cenazesi, 7 gün 7 gece sokakta kaldı. Köpekler, kuşlar cenazesini yemesin diye çocukları az ötede, bir başka duvar dibinde nöbet tuttu. 7 gün, 7 gece…
Akbabalar üşüşüyor üzerimize, hem ölümüze hem dirimize
“Eskiden ölülerini gömmeyip, bir kulenin tepesine açığa bırakan kavimler yaşardı bu topraklarda. Topluluğun rahipleri kuleye gizlenip, yırtıcı kuşların ölüleri nerden yemeğe başladığını izlerdi. Akbabaların ölüleri yediği kulenin adı ‘sessizlik kulesi.’ Türkiye’yi koca bir sessizlik kulesi yaptık sonunda. Ölülerimizi zalimler yesin diye inşa ettiğimiz bir kule artık ülkemiz. Saklanıp bir şeylerin arkasına dilsiz rahipler gibi bakıyoruz ölülerimize.” (Peri Gazozu/Ercan Kesal)
Akbabalara karşı bir ‘güvercin tedirginliğinde’ yaşıyoruz
“Ürkek güvercin gibi bakıyorum sağa sola, tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli. Rahat bana batardı! ‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Kalacaktık ve direnecektik” diyordu Hrant Dink son yazısında. “İyi de, gidersek nereye gidecektik?” diye soruyordu.
Hiçbir yere gitmedi ve bir güvercin tedirginliği yaşarken vuruldu.
Neyi örtüyorsunuz?
19 Ocak 2007: Saat 15.00 sıraları, Şişli’de Halaskârgazi Caddesi üzerinde birkaç el silah sesi duyuldu.
Bir güvercin tedirginliğindeki yürüyüşünü kimse fark etmedi. Onu takip eden kursağı kocaman akbabayı da… Güvercin arkasından yaklaşan akbabanın soluğunu ensesinde hissetti, sağa sola bakan başını dik tuttu, başı dik ve yüzünde bir tebessüm. Tam köşeyi dönünce omuzlarını dikleştirdi ve birkaç el silah sesi duyuldu. Yüzükoyun yerde yatıyordu artık. Akbaba ise çoktan tüymüştü. Üzerinde bir beyaz örtü, sadece ayaklarını görüyoruz bir süre, siyah ayakkabısının sağ teki yırtık. Bir örtü neyi örtmeye yeterdi, altında yatan hakikatin ta kendisi.
Beyaz örtünün altında yatarken güvercin, sessizlik kulesinden olup bitenleri izleyen bir topluluk vardı.
Nazım
Akbabaların saldırısında yaşamını yitiren iki beden, gömülmek için saatlerce bekletildi. Hissediyorlardır muhtemelen, burada nasıl çürüdüğümüzü.
17 yıl sonra, bu kez Aralık (19 Aralık 2024), Kuzey ve Doğu Suriye’deki gelişmeleri takip eden gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin, aynı saat aralığında (15.20) Tişrîn Barajı yakınında hedef alındı. İki gazeteci, Türkiye’nin SİHA saldırında katledildi.
Günlerce koşturmuş, yorgun ayakları, dur durak bilmeden yürümüş. Oradaki halk hangi şartlarda yaşıyorsa, aynı şartlarda değil, daha çok çalışmalı, o da o coğrafyanın bir evladı artık, daha çok yazmalı, daha çok görüntü çekmeli, daha çok fotoğraflamalı… Ayakları bedenin bütün yükünü taşıyor, ona bir de sorumlulukları ekleniyor. Yükü ağırlaştıkça ağırlaşmış. Nazım’ın ardından önümüze düşen fotoğraflarda kocaman gülüşünü görüyoruz. O kocaman gülüşün altında sorumluluklarını taşırken yorgun düşmüş ayakları, yırtık ayakkabıları var.
Ayakkabı, ilk sınıfsal ayrım ve sosyo-ekonomik durumunuzun ilk göstergesi. Yırtık bir çift ayakkabı, Hrant ve Nazım’ın ayağında sorumluluğun, ülkede kalma inadının ve inancın adına dönüşüyor.
Ve şöyle diyordu Hrant, “İyi de, gidersek nereye gidecektik? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı!”
Nazım da topraklarında kalmıştı, inadın ve cesaretin öznesiydi.