Modern devletin üç temel erki vardır: Yasama, yürütme ve yargı. Demokratik ülkelerde dördüncü gücün de basın olduğu kabul edilir. Demokratik bir ülkede güçler arası denge ve denetim varsa devlet aygıtı kendinden bekleneni yerine getirir.
Bu üç erkten biri diğerlerine hakim olursa denge bozulur ve o zaman döndüncü güç olan basının da etkisi azalır veya yok olur. Gerek Başkanlık Sistemi gerekse parlamenter sistemde düzenin bozulması, silahlı güçleri elinde bulunduran idarenin baskısının artmasına ve hem yasama, hem de yargının denetim işlevini kaybetmesine yol açar.
Bizde Anayasal rejime geçtiğimiz 1876’dan bu yana hiçbir zaman tam anlamıyla bu denge sağlanabilmiş değil. Cumhuriyet öncesi gerek Abdülhamit gerekse onu enterne edip iktidarı ele alan İttihat ve Terakki yönetimi bu dengeyi korumadı. Kurtuluş Savaşı sırasında yürürlüğe konan 1921 Anayasası’yla tek güce dayalı Meclis Hükümeti ile yargı da yürütme de Meclis’in denetimindeydi. 1924 Anayasası’yla her ne kadar zayıf bir parlamenter sistem getirildiyse de her zaman parlamento, hükümetin denetiminde oldu, 12 Eylül Anayasası’yla da bu durum kâgıt üzerinde değişmiş görünse de daima hükümetler etkinliğini sürdürdü.
16 Nisan 2017 tarihli referandumla yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı sistemi ve partili Cumhurbaşkanının aynı zamanda parti genel başkanı olması sayesinde ise yasama tümüyle yürütmenin etkisi altına girerek işlevini büyük ölçüde yitirdi. Yüksek yargı organlarının tayininde de Cumhurbaşkanı ve onun etkisindeki parlamentonun tam anlamıyla hakim olması sonucu yargı erkinin de bağımsızlığı büyük ölçüde yara aldı.
Mevcut iktidarın yargı üzerindeki etkisini kısmen de olsa kırmaya çalışan ise yargının üç temel ayağınran biri olan savunmadır. İktidar, yargıdaki hukuksuzlukları meydana çıkaran savunmadan rahatsızlıgını, savunmayı da zapt u rapt altına alarak gidermeye çalışıyor. Çünkü iddia (sav), müdafaa (savunma) ve karardan (hüküm) oluşan bu üç ayaklı kurumun sav ve karar ayakları, kırpılarak istenen seviyeye getirilmesine rağmen savunma ve onu temsil eden barolar, dimdik ayakta ve mücadeleden geri durmuyorlar.
1878’de İstanbul Avukatlar Cemiyeti’nin kurulmasıyla hayatımıza giren barolar ve 1969 Avukatlık Kanunu’yla kurulan Türkiye Barolar Birliği (TBB), sürekli hukukun üstünlüğünü savunmuş, haksızlıklara karşı durmuştur. Yönetiminde bulunduğum sırada İstanbul Barosu’na, yalnız İstanbul’dan veya Türkiye’den değil dünyanın her yanından yapılan hukuksuzluklara, uğranılan hak kayıplarına karşı başvurular olmuş, yardım istenmiştir. Almanya’dan, Fransa’dan, Belçika’dan, Suriye’den, Yugoslavya’dan gelen birçok konunun çözümünde yalnız İstanbul’da değil, Türkiye’nin her yanında oraların barolarıyla ilişkiye geçerek sonuç aldık. Saddam’ın zulmünden kaçan Kürtlerin de, Jivkof’tan kaçan Bulgaristan Türklerinin de sorunlarıyla ilgilendik. Batı Trakya’da Türklerin temsilcisi Sadık Ahmet’in duruşmalarıyla yakından hem de Dışişleri Bakanlığı’nın isteğiyle ilgilendik.
İktidar kanadı, ülkenin tüm kurumlarını etkisi altına almasına karşın barolara ve kimi meslek örgütlerine söz geçirememenin sıkıntısını yaşamakta. Bu nedenle bir türlü ele geçiremediği bu kurumların seçimlerine müdahale etmek, onları ele geçiremeyince bölüp parçalamak ve işlevsizleştirmek amacıyla bir çalışma başlatmış bulunmaktadır. Sayın Erdoğan, bu konuyu en kısa zamanda çözeceğini ve iktidar çevreleri baroların bölünebileceğini, kayıt zorunluluğunu kaldırabileceğini, seçim sisteminin değiştirileceğini söylemekteler. Bu nedenle 81 baro Ankara’da toplanarak bir manifesto/bildiri ile bu duruma karşı çıktılar ve barolara danışmadan yapılacak bir değişikliğe karşı çıkacaklarını açıkladılar. Başta avukatlara şirin gözükerek TBB başkanlığına seçilen ve dönemin başbakanıyla kavgalı olan, daha sonra her ne olduysa iktidarın güdümüne giren sayın Metin Feyzioğlu, bu mücadeleyi engellemek ve sulandırmak için elinden geleni yaptı. Kendisi de bir avukat olan Adalet Bakanı’nın bir taslak olmadığına ilişkin sözüne rağmen iktidar çevrelerinin taslağı Meclis’e gönderme hazırlığı üzenine 80 baro başkanı, Türkiye’nin her yanından Ankara’ya yürüme kararı aldı. Birçok ilde yürüyüşçülere kolluk güçlerince yardımcı olunmasına rağmen pazartesi günü Ankara girişinde baro başkanları polis barikatıyla karşılaştı. Anayasa gereği izin almadan yürüyebilme hakkına rağmen polis, Ankara Valisi’nin izin vermediğini ve yazılı emir olmadığını söyledi. 60 baro başkanı, başkente sokulmadı ve bu yazının yazıldığı ana kadar da gündüz güneşte, gece yağmurda bekletildiler. TBB Başkanı Feyzioğlu ise yürüyüşte bulunamayıp gelen yürüyüşçüleri Anıtkabir’de bekleme kararı alanların başına geçerek sanki karşılarmış gibi bir algı yaratmaya kalkmış ve bir fotograf yayınlamıştır. Meslektaşlarının başkente sokulmadığını öğrenen bu başkanlar, Feyzioğlu’ndan fotografı yayınlamadan diğerlerinin yanına gitmek üzere ayrılmışlardır. Tabii Feyzioğlu, gitmedi ve fotografı yayınladı.
Gece sabaha kadar yağmurda bekleyen başkanlar ise sosyal medya üzerinden bilgi verdiler. Gaziantep baro başkanının tartaklandığı haberini, Ordu, Antalya ve başka iller baro başkanlarının tweeter üzerinden yaptığı açıklamalarda orada bulunan ve avukatların ihtiyaçlarını giderdiği kafenin baskı sonucu saat 21.00’da kapatıldığı, yağmurda şemsiye, battaniye, çadır vb. gibi şeylerin verilmediğini bildirildi. Mardin Baro Başkanı tweetinde “saat 4.7, hayatımın en onurlu günü.” tweetini attı. Sabah saat 09.30 sıralarında ise Bilecik Baro Başkan vekilinin gözaltına alındığı haberi geldi.
Barolar ve avukatlar, darda kalan vatandaşın başvuracakları en önemli kurumlardır. Savunmasız bir adalet olmaz. Avukat ve onun, dolayısıyla halkın koruyucusu olmadan da savunma olmaz. Adaletsiz bir kurum ise devlet olmaz.