Belediyelere atanan kayyumlara her gün bir yenisi eklenirken belediye başkanlarına, gazetecilere, eski milletvekillerine, baro yöneticilerine, sokak röportajlarında iktidarı eleştirenlere, sinema oyuncularına,…. soruşturmalar açılıyor, bazıları gözaltına alınıp tutuklanıyor. Önceden Kürtleri, sosyalistleri ve hakkını arayan emekçileri hedef alan baskılar, artık siyasi iktidara karşı ağzını açan herkese, her kesime yönelmiş durumda. Otoriterleşme dozunun bu denli artması, ülkeyi yönetenlerin demokrasinin, özgürlüklerin en ufak kalıntısına bile tahammül edemediklerini gösteriyor.
Toplumun genel çıkarları ile iktidarın politikaları arasındaki çelişkilerin arttığı her dönemde muktedirlerin demokrasiye, özgürlüklere tahammül göster(e)meyip, devletin baskı aygıtlarını halk üzerinde daha fazla kullanması, Türkiye gibi demokrasinin kurumsallaşamadığı ülkelerde sık rastlanan bir durum. Demokrasinin hazmedilememesine neden olan “toplumun çıkarları ile iktidarın politikaları arasındaki çelişkiler” ise genellikle ekonomik nedenlerden kaynaklanıyor.
Ekonomi ile demokrasi arasındaki bağıntının -sadece Türkiye’de değil belki de dünyadaki- en çarpıcı örneği, 24 Ocak ekonomik kararları ile 12 Eylül faşist darbesidir. Bundan 45 yıl önce “Türkiye ekonomisini borç batağından kurtarmak” gerekçesiyle 24 Ocak 1980’de açıklanan ekonomik istikrar tedbirleri, Türkiye ekonomisinin neoliberal politikalara entegre olmasını ve bu çerçevede yeniden yapılanmasını içermektedir. Kararlar, işçiden çiftçiye, küçük üreticiden esnafa sermaye dışı tüm kesimler için öylesine ağır bir reçete dayatmaktadır ki demokratik bir yönetimle bunu halka kabul ettirmek mümkün değildir. 24 Ocak’tan yaklaşık 8,5 ay sonra 12 Eylül 1980’de “halkın sesini kesmek” için darbe yapan askerler, anayasal düzeni ortadan kaldırarak parlamentoyu lağvetmiş, siyasi partileri kapatmış ve bir dikta rejimi kurmuştur. Haber alma ve örgütlenme başta olmak üzere tüm hakların ortadan kaldırıldığı darbe rejiminde hukuk tamamen işlevsiz hale gelmiştir.
12 Eylül darbesinde çoğunluğu sosyalistler ve Kürtler olmak üzere 650 bin kişi göz altına alınmış, cezaevlerinde 300 kişi işkenceyle öldürülmüş, 48 kişi idam edilmiş ve milyonlarca kişi fişlenmiştir. Grevler yasaklanmış, DİSK kapatılmış ve toplu pazarlık sistemi askıya alınmıştır. Bu baskı ve şiddet ortamı sayesinde toplumsal muhalefetin sesi kesilmiş ve 24 Ocak kararları uygulanabilmiştir.
24 Ocak kararlarının mimarı olan Turgut Özal, kararların ikinci yıldönümünde darbenin ekonomik kararların uygulanabilmesindeki rolünü şu sözlerle ifade etmektedir: “12 Eylül olmasa ekonomik programın neticelerini alamazdık. Vergi kanunları parlamentodan geçmiyordu. Çok şayanı şükrandır ki vergi reformu yapılmıştır. Bunlar olmasaydı bütçeyi denkleştiremezdik.”
Darbeci Kenan Evren de anılarında 24 Ocak istikrar programı ile 12 Eylül arasındaki ilişkiyi şöyle
anlatmaktadır: “Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş
olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim
sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir.”
Rahmi Koç’un 24 Ocak’ın ikinci yılındaki değerlendirmesi ise şöyledir: “12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkartmak için aylar geçmesini gerektiriyordu… Askeri yönetim altında alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor ve üstelik askeri yönetim hata yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamentoda sandalye kaybı ya da seçme kaybı diye bir kaygısı yok…” (Cumhuriyet, 26 Ocak 1982).
1982’de darbeciler, kapitalizmin uluslararası temsilcisi olan kurumların (IMF, Dünya Bankası, OECD vb) talepleri ile yerli ve yabancı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda 24 Ocak’ta temelleri atılan ekonomi politikalarının devamını sağlamak için toplumun üzerideki baskıları -darbe rejimini- kalıcı hale getirecek bir yeni anayasa yaptı. Bu anayasada belirlenen hükümler çerçevesinde çıkarılan anti demokratik yasalarla 1983’te seçime gidildi ve parlamento yeniden açıldı. Ancak Kürt sorununda benimsenen çatışmacı yaklaşım ve Kürtleri dışlayarak, halklar arasında yaratılan kutuplaşmayla yaratılan olağandışı koşullar gerekçe gösterilerek, yükselme eğilimi gösteren toplumsal hareketler bastırıldı, demokrasi ve özgürlükler engellendi.
AKP, iktidara geldiği 2002’den bu yana 24 Ocak kararlarının devamı olan neoliberal yapısal uyum programını büyük bir sadakatle uyguluyor. İktidarının ilk dönemlerinde AB üyelik sürecinin gereği olarak sunduğu bu politikaların yarattığı sosyal tahribat halk tarafından hissedilmeye başlayınca AKP, otoriterliğe sarıldı. 7 Haziran seçimlerinde toplumsal desteği tamamen kaybetmekte olduğunu görünce baskı ve şiddet yoluyla Kasım 2015 seçimlerinde iktidarı elinde tuttu ve 15 Temmuz darbe girişimi gerekçesiyle kendi otoriter rejimini kurarak ekonomik programı güvenceye alma yoluna gitti. Bu nedenle de tıpkı 12 Eylül rejimi gibi AKP’nin kurduğu otokratik rejim de kapitalizmin uluslarası kurumları ile yerli ve yabancı sermayeden tam destek aldı!
Son günlerde baskı ve şiddetin sosyalistler ve Kürtlerin yanı sıra iktidarla aynı görüşte olmayan tüm kesimlere yönelmesini de “ekonomi-demokrasi bağıntısı” üzerinden değerlendirmek gerekiyor. Zira Mayıs 2023’ten bu yana Mehmet Şimşek tarafından uygulanan ekonomik programın yarattığı açlık, yoksulluk, işsizlik gibi sosyal sorunların giderek toplumun daha geniş kesimlerince hissedilmesi ve bu sorunların geçici olacağına yönelik inancın her geçen gün daha da kaybolması, toplumdan gelecek tepkilerin yükseleceği beklentisini arttırıyor ve muktedirlerin demokrasiye tahammülünü azaltıyor.
Ülkeyi ve ekonomiyi yönetenler ile sermayenin temsilcileri ileride bir gün Özal, Evren ve Rahmi Koç kadar açık ifade ederler mi bilinmez ama bugün yaşananlar, 45 yıl önce izlediğimiz bir filmin tekrarı gibi. Bu bağlamda şu tespiti yapmak kaçınılmaz oluyor: Yükselen otoriterliğin ardındaki ekonomik baskı ve şiddeti görmeden ne daha demokratik ne de daha müreffeh bir gelecek için mücadele edilebilir!.