Pazar dili olmayan, pazarda konuşulmayan bir dil yok olmaya mahkûmdur. Şu an köyde kalan kadınlar ve eğitim görmemiş insanlar hariç çoğu kişi ‘nasılsın, iyi misin’den sonra direkt Türkçe’ye dönen bir sohbet dili geliştiriyorlar
Duygu Kıt
Dêrsim’de yüzyıllardır konuşulan Zazaki/Kirmanckî, uzun yıllardır UNESCO’nun “ciddi tehlike altındaki diller” listesinde yer alıyor. Bugün ise tüm uyarılara, farkındalık çağrılarına rağmen kentin hiçbir ilçesinde Zazaki/Kirmanckî dil kursu neredeyse bulunmuyor. Eğitimde anadil hakkının tanınmaması ise hem dilin gelecek kuşaklara aktarımını hem de kültürel hafızayı tehdit ediyor. Dêrsim’de yaşayanların büyük bölümü Zazaki/Kirmanckî’yi artık yalnızca yaşlılardan duyuyor. Verilen mücadeleler sonucunda dil, seçmeli ders olarak kâğıt üstünde var olsa da uygulamada yeterli öğretmen, materyal ve yönlendirme yok. Şimdi ise Dêrsim sokaklarında Kirmanckî tabelalar az, kamusal duyurular tamamen Türkçe. Uzmanlara göre bir dilin kamusal alanda görünmez hale gelmesi doğrudan eğitim politikalarıyla bağlantılı. Dil aktivistleri ve siyasi partiler devletin resmi politikalarının yanında toplumsal farkındalık eksikliğinin de süreci hızlandırdığını belirtirken, Dêrsimliler yavaş yavaş kendi geçmişlerini kaybetme gerçeği ile mevcut durumu ifade ediyorlar. Dêrsim’deki gelinen durumu, nedenlerini ve alınabilecek önlemleri Dêrsim Kültür ve Doğa Derneği Başkanı Ümit Karabulut ve araştırmacı yazar Cemal Taş ile konuştuk.
Dêrsim Kültür ve Doğa Derneği Başkanı Ümit Karabulut Zazaki’nin şu anki mevcut durumunun kaybolma sürecinin en son kertelerine geldiğinin altını çizdi. Dilin yeni nesille bağlarının tamamen koptuğunu ve eski neslin de duygusal kopuşu büyük bir oranda yaşadığını kaydeden Karabulut, şu değerlendirmede bulundu: “Öncelikle bugün dile karşı bir duyarsızlık var. Bu kurumların, belediyelerin veya Dêrsim’e dair kendilerine misyon biçenlerin bir duyarsızlığı olabilir, bundan söz edilebilir fakat temel sorun şudur: Birincisi dil dediğimiz olay bir yönüyle de pazarla alakalı bir şeydir. Pazar dili olmayan, pazarda konuşulmayan bir dil yok olmaya mahkûmdur. Şu an köyde kalan kadınlar ve eğitim görmemiş insanlar hariç çoğu kişi ‘nasılsın, iyi misin’den sonra direkt Türkçe’ye dönen bir sohbet dili geliştiriyorlar. Bu maalesef kaçınılmaz bir durum. Geleneksel Dêrsim’de nasıldı? Şehir merkezi her zaman için yönetici kesimin, hâkim Türk anlayışının elindeyken köyler Kirmanckî kültürünü yaşayan insanların tekelindeydi. Köy yaşamı, sosyolojisiyle, yaşam biçimiyle aralarındaki ilişkilenme biçimiyle tamamen özgündü, yereldi. Fakat köylerin boşaltılması sonucu bu yerellik kendini devam ettiremedi. Şehirlere dağılan Dêrsimliler kendi kökleriyle bağ kuramadılar. Çünkü her biri çeşitli şehirlerin varoşlarına savrulmuşlardı. Dolayısıyla bu dilin kendini devam ettirme şansı kalmadı.”
‘Birlik olunamayışı önemli bir etken’
“Dêrsimlilerde birçok alanda olduğu gibi dil alanında da ciddi bir parçalanma ve bölünmüşlük hali var” ifadelerini kullanan Karabulut, “Dünyada kaybolan dillere dair çeşitli örnekler var. Mesela Yahudilerin dili. İsrail devleti kurulduktan sonra dillerini tekrardan yaşayan bir dil haline getirebildiler. Fakat Dêrsimlilerin böyle bir motivasyonu, böyle bir gücü var mı emin değilim. Ortada yok olmaya yüz tutmuş, büyük bir oranda yok olmuş bir dil varken, insanlar dil konusu açıldığında ‘bu dili nasıl yaşatacağız’ üzerine düşünmek yerine ‘bu dil mi lehçe mi’ polemiğine girmeye başlıyorlar. Bu da kendini tüketen, dilimiz için hiçbir artı değer sağlamayan, bir faydası olmayan sonuca götürüyor toplumu” diye konuştu.
‘Kitlesel farkındalık şart’
“Bir dilin yaşayabilmesi için iki kıstas vardır: Bir pazar dili olması, iki eğitim dili olması. Bu iki taşıyıcı güce sahip olmayan dillerin hepsinin yok olması kaçınılmazdır” diyen Karabulut, “Bizim dilimiz bu anlamda kritik aşamayı aşmış, kritik eşiğe geçmiş durumdadır. Ciddi anlamda kurtarılması çok zor bir durumda maalesef. İnsanların ilgi duymadığı, duygusal bağın koptuğu, bir gelecek görmediği, atıl duruma düşmüş bir dil söz konusu. Siyasi ajitasyon kullanılan konuşmalarda dahi ‘Ma be xêr’den sonra kullanılmayan bir dil haline gelmiş. Dilimizi seviyoruz ama yaşayabilmesi için, yeni nesillere aktarabilmek için ciddi çabaların sarf edilmediği bir pozisyondayız, maalesef böyle bir gerçeklik var. Dilimizin hal-i pürmelali böyledir. Durum belediyelerin, derneklerin veya sivil toplumun açacağı kurslarla kotarılacak bir durum da değil. Dili kurtarabilmek için kitlesel bir farkındalıkla birlikte bir pratik gerekiyor. Biz de mesela dönem dönem dernek olarak belediyede de çeşitli kurslar açtık. Fakat bu bir sonuç getirmiyor. Çünkü sistematik olmayınca bir ileriye dönük bir şey de kalmıyor” diye belirtti.
‘Tabloyu doğru görmek şart’
Karabulut, “Şu an dilimizi konuşabilmek için ciddi bir irade sergilemek gerekiyor ki karşındakiyle bir diyalog kurulabilsin” diye belirterek, “Dilin bir devamlılığı olmadığı için insanlar pazar dilinin yarattığı hâkimiyet dolayısıyla Türkçe’nin kullanım alanına giriyorlar” belirlemesinde bulundu. Karabulut, “Artık Türkçe bizim insanlarımızın esas dili haline gelmiş durumda. Çünkü bir insan hangi dilde kendini ifade ediyorsa otomatik olarak ona aittir. Dili konuşmak isteyen insanlar bile belli bir yerden sonra Türkçe’ye dönmek zorunda kalıyor. Bu aslında bu bir zihin işgalidir belli bir yerde. Bu da üstesinden kolay gelinecek bir durum değil maalesef. Çünkü bütün işaretler dilin zararına gelişiyor. Her yerde bu dil ikinci plana atılıyor. Devlet dairelerinde, kamu kurumlarında hiçbir şekilde dili konuşmak söz konusu değil. Bu aslında bir alan savaşıdır. Maalesef dilimiz tüm bunlardan dolayı kaybedilmiş durumda. Bunu net bir şekilde ortaya koymak lazım ki en azından durumumuz nedir, bunu açıkça görmek gerekiyor. Ki mevcut durumun vahameti belki insanlarda bir farkındalık yaratabilsin” ifadelerini kullandı.
‘Söz değil pratik zamanı’
Dilin mevcut durumunun doğru anlaşılıp bir an evvel sürekliliği olan pratik adımların atılmasının gerektiğini vurgulayan Karabulut şu çağrıda bulundu: “‘Bizim dilimiz ölmesin, bizim dilimiz yaşasın’ sözleri şu anda hiçbir anlam ifade etmiyor. Bunlar elbette samimi, içten sözler ama hiçbir pratik karşılığı olmayan bir iyi niyet ifadesi olarak kalıyor maalesef. Mesele şudur: Ciddi anlamda yönelim üzerine pratik adımların ortaya çıkması gereken bir durumdayız artık. Çünkü başka türlü bu dilin kotarılması, kurtarılması mümkün değil. Şu an Dêrsim’de seçmeli ders veriliyor. Düşük bir katılım söz konusu. Niye? İnsanlar bu dili öğrendim ne olacak diye düşünüyor? Başka dillere yöneliyorlar. Çünkü kendi anadilinin ekonomik olarak hiçbir değeri yok. Kendi dilini konuşmanın vermiş olduğu haz üzerinden bir geri dönüşü olabilir. Ama ekonomik olarak, sosyal olarak hiçbir kazanımı yok. Neden? Bu dil artık bizim hayatımızda ikinci pozisyona atılmış bir dildir.”
‘Dili yaşama sokmazsak kaybedeceğiz’
Karabulut son olarak şu çözüm önerilerinde bulundu: “Bizim kendi gerçekliğimiz maalesef ikinci durumdadır dil anlamında. Kurtuluş şudur: Eğitim dili ve pazar dili. Pazar dili olmayan anadilde eğitim verildiği bir ortam olmadan bir dili yaşatmak çok mümkün görünmüyor. Ve esasında Dêrsimliler bir araya gelseler, bir birliktelik kurabilseler böyle bir güç Dêrsim’den çıkabilir. Fakat mevcut durum maalesef bu anlamda hiçbir umut vermiyor. Biz kırk tane kurs da açsak sonuç alınamaz. Çünkü çözümün sistematik olması gerekiyor. Eğitim gibi bir süreklilik arz etmesi gerekiyor ki bir sonuç olabilsin. Diğer türlü bizim dokunduğumuz veya bizim ilişkilendiğimiz insanlarla sınırlı kalacak boyutta oluyor. Bu anlamdaki çabamız ortadan kalktığında bizimle birlikte bu durum da ortadan kalkacak. Bunun tek yolu da pazar ve pazar dili olması ve eğitim dili olmasından geçer. Çünkü insanların sosyal ve psikolojik hayatlarını iktisadi hayatları belirler. İktisadın temeli de dildir. İktisatta yer bulmayan bir dilin yaşama hakkı yoktur.”
’38 kritik bir eşik’
Uzun yıllardır Dêrsim tarihi, kültürü ve dili hakkında çalışmalar yapan araştırmacı yazar Cemal Taş ise 38 Katliamı ile Dêrsimlilerin diline, kültürüne ve hafızasına büyük bir darbe vurulduğunu ve kuşaklar arası aktarımın kaybolduğunu kaydetti. Taş gelinen duruma dair şu yorumda bulundu: “1938’de Dêrsim coğrafyasında Alevi halklara büyük bir operasyon düzenlendi. Bu soykırımda onbinlerce insan hayattan koparıldı. Bir o kadarı da sürgün edildi. Yaşam alanları yakıldı, yıkıldı, yıllarca yasak bölge olarak kaldı. Bu durum, yıllar sonra doğdukları topraklara dönüp yeniden hayata tutunabilenler için de hafıza kopukluğuna neden oldu. Kuşaklar arası aktarım kesintiye uğradı diyebiliriz. Devam eden süreçte Dêrsim’de yoğun bir asimilasyon politikası ile Türkleştirme programları devam etti. Dilimiz özellikle 12 Eylül darbesi ve sonrasında 1994-95’lerdeki köy yakmalar ve köy boşaltmaları politikaları ile esas çok büyük bir darbe aldı. Çünkü yüzde yüz bu dili konuşan ve Alevi olan köyler boşaltıldı, yakıldı, yerle bir edildi. Bu dili konuşan aileler Batı illerine ya da kentlere göç etmek zorunda kaldılar.”
‘İlgi yok denecek kadar az’
Taş, eksikliklere rağmen var olan seçmeli derslere de ilgi gösterilmediğini belirtti. “2010’lu yıllarda açılım süreci ile dille ilgili kursların açılabilme imkânları yasal bir statüye kavuşturulmasa da pratikte göz yumuldu” diyen Taş, “Bir iki üniversitede dille ilgili imkânlar tanındı. Ne yazık ki şikayetlendiğimiz, kaygılandığımız konularda böyle bir imkân açıldığı halde bir ilgi gösterilmedi. Tabii ki burada gençliğin gelecekle ilgili kaygıları da ekleniyor. Bu dilin en fazla konuştuğu yer Dêrsim’dir fakat burada dile dair çok yoğun bir ilgi yok örneğin. Bazı yerel öğretmenler bu konuda çok ketum davranıyorlar. Yerel yöneticiler, siyasi partiler ya da meslek örgütleri ise herhangi bir gösteri, panel ya da festival gibi programlarda dille ilgili panel düzenleme şeklinde günü kurtarma yoluna gidiyorlar. Bu konuda çok samimi olmadığımızı düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
‘Eksikliklerimizle yüzleşmeliyiz’
Dilin yaşadığı tüm zorluklara karşı pratik bir çalışmanın yoğunlaşmamasını eleştiren Taş, son olarak şöyle konuştu: “Ekoloji alanına hassasiyet göstermeniz, canlılara karşı, bütün insanlığa karşı hassasiyet göstermeniz, eşitlikçi, paylaşımcı, özgürlükçü bir düşünceye sahip olmanız aslında bu toprakların dilidir, kültürüdür, inancıdır. Ve geçmişten bugüne aktarılan kolektif hafızadır. Çünkü birey doğuştan her şeyi almaz. Doğduktan sonra çevresinden, ailesinden alır. Dolayısıyla anadiller insanların düşüncesinin belirlenmesinde çok kıymetli bir yer tutuyor. Bizim de buradaki eksiğimiz konuyu çok fazla önemsemediğimiz ya da bilince çıkarmadığımız gerçeğidir. Dilin evde, sokakta konuşulmasına engel yok, inadına konuşmak gerekir. Dil ancak böyle kurtulur.”








