Kereme Qolaxası (Kolağası) öyküsü için araştırma yaparken, bir başka öykünün kapısı açıldı önümde. Yeni kahramanım Zero’nun yaşamı bir sırdı. Bana bu kapıyı açıp Zero ile tanıştıran dostlar, Zero’nun, Sımko Ağa’nın (Smail Axaye Şikaki’nin) eşi olduğunu söylüyorlardı. Ben daha farklı bilgilerden de beslenmek için Sımko Ağa ile ilgili yazılan kaynaklara yöneldim. Fakat Zero’nun izine rastlayamadım, bu durum ilginçti. Kitaplardan bulamadığımı, internetten bir şeyler bulurum hesabı ile o mecraya yöneldim, orada da Zero’ya dair bir iz yoktu. Yıllardır Sımko Ağa ve İran/Rojhılat üzerine çalışan bazı yazar ve araştırmacı arkadaşları aradım, onlar da Sımko Ağa’nın Zero isminde bir eşinin olduğunu hiç duymadıklarını belirtiler.
Geldiğim nokta konuyu benim açımdan daha da ilginç kılmıştı. Bir insan nasıl varken yok olurdu? Duyduğum bilgileri teyit ettirmem gerekiyordu, ama nasıl olacaktı? Geldiğim yollardan geri döndüm. Yol beni bu sefer Zero’nun üvey oğlunun kapısına götürdü. İhsan bey bana uzun uzun annesi Zero’dan bahsetti. Duyduklarım doğruydu. Artık kani olmuştum, dengbêj de olan Zero yaşamıştı; Sımko Ağa’nın eşi idi ve kader ağlarını ona karşı acımasızca örünce, ta Erzurum-Hınıs’a gelip, ömrünün sonuna değin orada yaşamıştı.
Anlatılanlar ışığında öykümü yazdım ve bitirdim. Fakat sıra okuyucu ve izleyici ile paylaşmaya geldiğinde, ikircikli bir ruh haline girdim. Çünkü öykümün bir ucu Sımko Ağa gibi ağırlığı olan bir tarihi şahsiyete dayanıyordu. Acaba paylaşsa mıydım? Sonra kendi kendime çok sordum; acaba benden başka birilerinin de Zero’dan haberi oldu da, Sımko Ağa’nın eşi olduğu için paylaşmadılar mı? Ben de mi öyle yapsaydım? Bu Zero’ya haksızlık olmaz mıydı? Onun yaşadıkları büyük bir trajediydi ve anlatılanlar gerçekti; ben bu gerçeği görmezlikten gelecek miydim?
Bu ikircikli ruh halim uzun sürdü. Ve beklemediğim bir şey oldu, bir gece, yaşlı bir kadın rüyama girdi. Karalara bürünmüştü, uzun narin parmaklarının arasındaki ağızlığı dudaklarının üzerinde idi, derin derin nefes çekiyordu cıgarasından. Önündeki gümüş tepside bir kahve fincanı duruyordu. Fincan; ben çocukken kamyon ile İran’a yük taşıyan köylülerimizin oradan getirdiği fincanların benzeriydi, fincanın göbeğine iki aşık resmedilmişti. Yaşlı kadın gözaltından bana derin derin bakıyordu. Kaşlarının arasında dövme, burnunda ise üzerinde yeşil yakut taşı olan bir hızma vardı. Bakışları yüreğimi delip geçiyordu, ama ne o ne de ben konuşuyorduk. Karşısında vicdani bir sorgudaydım. Uyandığımda halen etkisindeydim. Fakat aklım hiç ‘o kimdi’ sualinin peşine takılmadı. Çünkü emindim, o Zero’ydu. Bizden ve benden küsmüştü. Kendince haklıydı. Yaşamıştı ve görmezlikten gelme ile yüz yüze idi. Acıyı, elemi yaşayan oydu ve bu yaşanılanlar hatır için görmezlik geliniyordu.
Öncesinde ruhu bana haber salmıştı ve ben duyduklarımı duymazlıktan gelip, ruhunu incitince bu sefer şekli şemaili ile gelmişti. Küskündü, dile gelmedi ama gözlerinin kahvesi esti, gürledi, tüm duyduklarımı teker teker teyit etti; ‘iki elim yakanda’ diyordu. Artık kararlıydım, ikircikli ruh haline ve günahına girmeyecektim.
Zero dengbêj bir kadınmış. Söylediği stranlar hep hasret ve hüzün kokarmış, Sımko Ağa’dan sonra iki evlilik yapmış ama hep Sımko Ağa’ya âşık kalmış ve onun hediyesi olan yeşil yakut taşlı hızmayı öldüğü 1976 yılına değin burnundan hiç çıkarmamış. Aslında Sımko Ağa eşlerinden en çok onu seviyormuş ve bu sevgi hasete sebep olmuş, diğer eşler bir oyun oynamışlar, Sımko Ağa’nın da bir anlık öfkesine denk gelip ‘boşuyorum’ deyince, kader Zero’yu Hınıs’a savurmuş ama bir daha da İran’a/Rojhılat’a, baba evine geri dönmemiş.
Sımko Ağa odasına her geldiğinde, önce stran söyletirmiş kendisine. Zero bu anısını her anlattığında efkarlanır, kendisi gibi dengbej olan Gule’nin, eşi Evdale Zeynike’ye (1800-1913) yaktığı stranı söylermiş.
‘Evdal tu were deste min bigire, em e herin mala me ye
Ez e ji te re daynim orxan u doşegen qedife ye Ez e ji te re çekim birince Qerejdaxe bi suzme ye
Ez e ji te re çekim çotek gorê Kurmanciye dizleme ye
Tu ku vegeriyayî, ji te pirs kirin gotin îkrama Gule çi ye
Beje ikrama Gule ji sere hefte u heft bavê min zede ye …’*
Çayı, kahveyi çok severmiş ve hep kendisi demleyip, yaparmış. Bir seksen boyu varmış, hep dimdik yürürmüş. Bir tek o kara haberi aldığında omuzları düşmüş. Sımko Ağa’nın öldürüldüğü haberi, onu derin bir yasa boğmuş, karalar bağlamış aylarca. ‘Ölümüm vuslatımdır’ diyormuş.
———-
*Evdal haydi gel tut elimden, evime gidelim Sana kadifeden yorgan döşek sereyim Karacadağ pirincinden süzme pilav yapayım, Sana bir de Kürt çorabı, dizleme işleyeyim Sorarlarsa döndüğünde ‘Neydi ikramı Gule’nin?’
Yedi ceddime yeter dersin ikramı gül endamın.