Şimdi yüzyılın başında inkâr edilmiş bir halkın varlık ve özgürlük iddiasının sözcüsü, eylemcisi, önderi haline gelmiş bir Önderlik gerçekliği olduğunu biliyoruz. Kürt olmaktan kaçmak zorunda bırakılan milyonlarca insanı, kendi gerçekliği ile buluşturmak kolay bir iş olmasa gerek. Ve böyle bir sorunun barışını inşa etmek de en az bu iki temel eylem kadar zor oluyor
Ülkemizin temel gündemi haline dönüşen Barış ve Demokratik Toplum süreci, İmralı adasında hukuksuzca tutulan Önder Apo’nun eseridir. Bir başkası böyle bir gelişmeye yol açabilir miydi? Bu soru yakıcı ve gerçekçi, vicdanlı cevapları fazlasıyla hak ediyor. Zira bir asrı geride bırakan cumhuriyetin başına gelenler, cumhuriyet çatısı altında yaşanan trajediler, baskı, zor, darbe, komplo ile örülmüş siyaset ortamı, yakın siyasi geçmişte yaşananları anlatıyor. Türkiye toplumunun bir evladı olarak şunu çok iyi biliyorum, Türkiye halkı politik alandan hiçbir zaman kopmamıştır. Yani politikaya ilgisi, takibi vardır ve kendi günlük yaşamı üzerindeki etkilerini bilir. Fakat bu alanla yani siyasetle kendi arasına bir mesafe koymuştur. Siyaseti ‘kendi dışındaki’ bir grubun yaptığına inanır ve bu kendi dışındaki gruba hep kaygı ile, kuşku ile yaklaşır. Çünkü politika yapmak, yalan, dolan, aldatma ve kendi hanesine çıkar getirecek şeyler yapmakla özdeşleşmiştir. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti adı altında inşa edilen yapının tepeden inme, jakobenci tarzda geliştirilmesi ile yakından bağlantılıdır. Osmanlı imparatorluğundan devralınan ve modern batı değerlerine entegre edilmek istenen yönetim modelinde halklara düşen yine edrakı be idrak olmak olmuş. Bu boyun eğen, önüne koyulanı kabul etmesi gereken olmak demek.
Bu analiz sosyo-psikolojik boyutları ile geliştirilebilir, derinleştirilebilir. Böyle şekillenen bir cumhuriyet yönetimi ve onun vatandaş profili, içinde bulunduğumuz zamana cevap vermiyor. Bunun için içten içe çürüyen bir ağaç gibi. Siyasal alandaki çözümsüzlük, toplum yaşam alanında tam bir çürümüşlüğe dönüşüyor. İçinde bulunduğumuz dönemin gelişmişlik ölçüsü olarak sunulan şehir yaşamı, söz konusu Türkiye olduğunda her türlü yozlaşmanın, kimliksizliğin, ahlaki çöküntünün merkezleri haline gelmiş durumda. Kırsal toplum ise bitmek üzere.
Bir slogan düzeyinde sunulan Türkiye yüzyılı vizyonu, yeni bir Türkiye inşa etmeyi mi yoksa var olan Türkiye’yi yeni yüzyıla da yaymayı mı hedefliyor? Bu henüz netleşmiş değildir. Zira geçmiş, sadece geçmiş değil ve geleceği de gösteren bir gerçeklik oluyor. Bu durum kaygılarımızın kaynağını oluşturuyor, güven vermiyor. Ve ne yazık ki özeleştiri yapmayı, yanlıştan dönmeyi, hatalarını kabul etmeyi kaybetmek ve yenilgi olarak gören bir iktidar zihniyetinin çok güçlü olması ‘yanlış hayatın doğru yaşanmayacağı’ öz deyişini bize hatırlatıyor. Oysa biz doğru, güzel ve iyi yaşamak istiyoruz. Doğru, güzel ve iyi yaşamak ise ancak ahlaki ve politik toplum olmayı zorunlu kılıyor. Politikamızın demokratik, ahlakımızın özgür olması bizi doğru, hakiki, hak yaşamına ulaştırabilir. Güzel olmak, güzel kalmak ve yaşamak bu anlamda özgürlükle ilgili oluyor.
İşte böyle bir anda, dönüşüm arayışında ve tehlikelerin ülkeyi sarıp sarmaladığı bir zamanda İmralı adasında hukuksuzca tutulan Önder Apo demokratik toplum ve barış sürecini başlatarak yeni bir kapı aralamayı başardı. Türkiye’de var olan anti demokratik rejim inşaları ve onlara kazandırılan meşruiyet göz önünde tutulduğunda bunun ne kadar zor bir iş olduğu belki biraz hissedilebilir. İğneyle kuyu kazmak mı dersiniz, deveye hendek atlatmak mı dersiniz bilemem ama Türkiye gerçekliğinde hâkim sosyolojinin hiç umut vermediği bir ortamda başlatılan demokratik toplum ve barış süreci, yeni Türkiye vizyonunun gerçekleşmesi için karanlığın en koyu olduğu anda doğdu. İnanılmazdı, mucize gibiydi.
Beyninde ve yüreğinde zerre kadar toplumun güncel sorunları, yaşanan trajik çöküş ve geleceğin nasıl olacağına ilişkin kaygı ve soru işareti biriktirmemiş olanlar bu düşünce ve duyguları anlayamazlar. Bunu beklemiyorum. Fakat insanız ya yine de biraz vicdan ve saygı bekliyorum. Bu ülkede Denizler’den Mahirlere belki de daha eskilere giderek örneklendirirsem Köroğlundan, Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’dan Efelere kadar kurulu iktidara isyan edenlerin hep haklı gerekçeleri vardı. Yaşadıkları toplumsal zemine dayatılan zulme baş kaldırmışlardı. Çünkü birileri elinde güç biriktirerek, diğerlerinin sahip olduğu birikime, hakka, kimliğe ve kültüre el koyma cüretini göstermişlerdi. Tarihsel toplum, yani halkın hafızası bu kimlikleri asla unutmadı, hep yaşattı. Çocuklarına masal olarak anlattı, şarkı olarak aktardı, efsaneleştirdi ama zulme karşı direnişi hep toplumsal yaşamın bir yerine yerleştirdi. Sakladı ve zamanı gelince o saklı gerçek gün yüzüne çıktı. Önder Apo’yu böyle bir tarihsel birikimin sonucu olarak görmek ve yorumlamak hem daha insani hem de bilimsel olur.
Şimdi yüzyılın başında inkâr edilmiş bir halkın varlık ve özgürlük iddiasının sözcüsü, eylemcisi, önderi haline gelmiş bir Önderlik gerçekliği olduğunu biliyoruz. Kürt olmaktan kaçmak zorunda bırakılan milyonlarca insanı, kendi gerçekliği ile buluşturmak kolay bir iş olmasa gerek. Kürt olmaktan kaçmaya zorlayan bir dünya sistemi ile boğuşmak da her yiğidin harcı değil sanırsam. Ve böyle bir sorunun barışını inşa etmek de en az bu iki temel eylem kadar zor oluyor.
Bu sürece başlarken Önder Apo ‘bir dönemin sonu ve yeni bir dönemin eşiğinde olmak’ demişti. Evet, şimdi soru kapının eşiğinde bekleyen bir halk için o kapı açılacak mı? Türkiye yeni yüzyılına niceliksel değil niteliksel bir değişimle girecek mi? Başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunların kaynağında bulunan anti demokratik cumhuriyet inşası dönüşerek, demokratik cumhuriyet aşamasına geçilebilecek mi? Hemen herkesin yeni aşama dediği şey bu kapsamda olsa gerek.








