Seveniyle sevmeyeniyle 20. yüzyılın en parlak siyasi karakterlerinden biri olan Josip Broz Tito, belki de en çok değişik etnik grupları, önce direniş hareketinde, sonra da federasyon bünyesinde bir arada tutabilmesiyle anılacak. İlginç olan, Yugoslavya deneyimin başarısı/başarısızlığı tartışılırken, bugün hala onun Balkan coğrafyasında saygıyla anılması.
Ekim’den İspanya’ya
On beş çocuklu bir köylü ailesinin çocuğu olarak 1892’de Kumrovec’te dünyaya gelen Tito’nun babası Hırvat, annesi ise Sloven’di. 13 yaşındayken çilingir çırağı olan Tito, daha sonra, birçok yerde metal işçiliği yaptı ve sendika faaliyetlerine katıldı.
I. Dünya Savaşı başladığında askerdi ve 1914’te Sırbistan’a gönderildi. Ancak savaş karşıtı propagandaları yüzünden tutuklandı. Ocak 1915’te serbest kaldığında yeniden cepheye gönderildi. Rus ordusuna esir düşmesi ise hayatındaki dönüm noktasıydı. Hemen Bolşeviklere katılan Tito, Ekim Devrimi ve sonraki iç savaş sürecine katıldı.
1920’de Yugoslavya’ya geri döndü ve Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. Bu süreçte birçok kez tutuklandı. 1928- 1934 arasını cezaevinde geçirip çıktığında, Moskova, Paris, Prag ve Viyana’da görevler aldı. 1936’da Paris’te enternasyonal tugayların İspanya’ya geçişini organize eden komitede de o vardı.
Halkları birleştirmek
1937’de yeniden Yugoslavya’ya döndüğünde artık savaş yıllarıydı ve Hitler Yugoslavya’ya gözünü dikmişti. “Güney Slavları Ülkesi” anlamına gelen Yugoslavya, başlıca altı Güney Slav halkından (Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Boşnaklar, Karadağlılar ve Makedonlar) oluşuyordu. Ayrıca ülkede Arnavutlar, Macarlar, Türkler, Rumenler, Romanlar gibi Slav olmayan topluluklar da vardı. İşgal başladığında ise işler iyice karıştı. Draza Mihailoviç’in önderliğinde ‘Büyük Sırbistan’ hayaliyle Çetnik çetelerini kurarken, Hırvat faşistleri ise Ustaşa çetesini kurdular. Federal bir cumhuriyet programıyla ortaya çıkan YKP Partizanları ise direnişi bütün ülkeye yayacak bir stratejiyi öngörüyordu. YKP, “Halkların kardeşliği ve ortak mücadele” çağrısıyla Temmuz 1941’de silahlı ayaklanmayı başlattığında, bu kralcı ve ırkçı çetelerle hesaplaşmak da zorunlu hale geldi. Tito lakabını da bu süreçte kazandı. Pratik bir örgütçü olan Tito, çevresindeki kişilere görev verirken sık sık “ti-to, ti-to” (sen bunu, sen bunu… yap!) dediği için asıl ismi olan Josip Broz’un yanında Tito adıyla anılmaya başlandı.
Bu arada, Tito’nun Kasım 1942’de topladığı Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi (AVNOJ) direniş hareketinin bütün Yugoslav halklarını birleştirecek bir siyasal programa kavuşmasını sağladı. Ardından 1942-1943 kışında partizanları tümden yok etmeyi hedef alan harekâtı boşa çıkaran Partizan kuvvetleri, önce Karadağ’a, sonra Bosna’nın orta kesimine ulaştı. Kasım 1943’te AVNOJ, bir geçici hükümet oluşturduğunu ilan etti.
Mayıs 1944’te Tito’nun partizanları artık Sırbistan’da da hızla ilerlerken Sovyet Kızılordusu da Romanya ve Bulgaristan sınırlarındaydı. Sonunda, Partizanlarla Kızılordu’nun ortak harekâtıyla Ekim 1944’te Belgrad ele geçirildi. Bütün Yugoslavya toprakları Partizanların denetimine girerken, son Çetnik kalıntıları da temizlendi.
Federal bir cumhuriyet
Kasım 1945’teki seçimlerde, komünistlerin önderliğindeki Halk Cephesi’nin kazandığı büyük zaferin ardından, 2 Aralık 1945’te Yugoslavya Demokratik Federal Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi, böylece kâğıt üstünde de olsa devam eden monarşi resmen sona erdi. Ocak 1946’da federal bir cumhuriyeti öngören yeni anayasa yürürlüğe kondu.
Sürecin bundan sonrası şüphesiz çok tartışmalıdır. Sovyet liderliği ile anlaşamayan ve ağır şekilde eleştirilen Tito’nun ülke gerçekliğine uygun olduğunu düşündüğü “özyönetim” ve “demokratik sosyalizm” kavramları da çok tartışılmıştır. Tito, ayrıca, uluslararası politikada da “Bağlantısızlar Hareketi”ne katılarak farklı bir çizgi izlemiştir.
Öte yandan, bu kadar karmaşık bir ülkedeki etnik sorunların da ortadan kaldırılamadığı, sadece küllendiği, onun ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan kışkırtmalar ve korkunç boğazlaşma, insanlık tarihine kara leke olarak geçmiştir.
Yine de bunlardan Tito’yu sorumlu tutmak, haksızlıktır. Tartışmalı süreçlere rağmen son derece karmaşık bir coğrafyada ortak direnişi ve birlikte yaşamı örgütleyen liderlik yeteneği ve ‘yapıştırıcı’ özelliği, en azından bu kadarı, tartışılmaz bir gerçekliktir. 4 Mayıs 1980’de yaşamını yitiren bu büyük lidere bugün bile gösterilen derin saygı, bunu gösteriyor.