15 Ağustos 1984, Kürt halkının ‘yok sayılmaya karşı var olma’ iradesinin başlangıcıdır. Bugün ise bu irade farklı parçalarda farklı araçlarla yaşamaya devam ediyor. Silahlı mücadelenin demokratik siyasete evrilmesi, tek taraflı bir taviz değil ve böyle görülmemeli. Ancak bu geçişin güvenli ve onurlu olması, tüm aktörlerin sorumluluğudur
Sinan Cudi
1984’ün 15 Ağustos’u… Eruh ve Şemdinli’deki eylemler, yalnızca silahlı bir çıkış değildi.
O gün atılan adım, Kürt halkının “yok sayılma” politikasına karşı kendi varlığını yeniden ve yüksek sesle duyurmasıydı. 1925’ten beri süren bastırma ve asimilasyon politikalarının ardından, 15 Ağustos 1984, korku duvarının yıkıldığı, teslimiyetin reddedildiği, yeni bir dönemin başladığı sembol tarihe dönüştü.
Neredeyse yüz yıl boyunca inkâr edilmiş, kültürü yasaklanmış, katliamlardan geçirilen bir halkın “artık bu kaderi kabul etmiyoruz” ilanıydı.
Bu irade, yalnızca silaha sarılmakla açıklanamaz. Asıl mesele, varoluşun reddine karşı bir halkın onurunu savunma kararlılığıydı. Silah, bu kararlılığın o dönem için en görünür ifadesiydi; çünkü siyasi, hukuki ve demokratik yollar tümüyle kapalıydı. Devletin tek cevabı inkâr ve zor aygıtıydı. Dolayısıyla 15 Ağustos, dönemin koşullarında bir zorunluluk olarak ortaya çıktı ve o günden sonra Kürt meselesi Türkiye’nin ve bölgenin gündeminden silinemedi.
O günden bugüne, Kürt mücadelesi farklı parçalarda farklı biçimlerde gelişti: Rojava’da özsavunma ve demokratik özerklik, Irak Kürdistanı’nda anayasal statü, Türkiye’de yerel yönetim deneyimleri, İran’da dağlarda süren silahlı varlık ve diasporada diplomasi ve kültürel mücadele.
Bugün Önder Abdullah Öcalan’ın “Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması” çağrısı, PKK kongresinde alınan karar ve sembolik silah yakma töreni, bu mücadelenin stratejik bir evresine işaret ediyor. Şüphesiz bu, mücadelenin yeni koşullara uyarlanması anlamına geliyor.
Fakat buradaki en kritik nokta şu: koşullar her parçada aynı değil ve dolayısıyla tek tip bir “silahsızlanma” reçetesi gerçekçi değil.
Rojava’da Heyet Tahrir el-Şam (Colani grubu) gibi cihadist örgütler, “Geçici Suriye Yönetimi” kılıfıyla meşruiyet arıyor. Geçmişte Alevi ve Dürzi katliamları gerçekleştiren bu yapılar, bugün Kürtleri hedef alıyor. QSD’ye silah bırakma dayatmaları ise tek taraflı; ortada karşılıklı bir güvenlik garantisi yok.
Bu koşullarda silah bırakmak, sadece askeri değil demografik tasfiyeyi hızlandırabilir. Özsavunma gücü, Rojava’daki özerk yapının en temel sigortası. Burada “silahsızlanma” değil, siyasi çözüm sağlanana dek “savunma kapasitesinin sürdürülebilirliği” tartışılmalı.
İran Kürdistanı’nda idamlar, keyfi tutuklamalar, kültürel yasaklar halen sistematik. Kadın hareketi ve genel demokratik talepler de şiddetle bastırılıyor. Bu durumda silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin alabilmesi için önce asgari demokratik alanın oluşması gerekiyor. İran rejiminin yapısal karakteri, kısa vadede bunu mümkün kılmıyor. Burada gerillanın caydırıcılığı, halk üzerindeki devlet şiddetini frenleyici bir faktör olmaya devam ediyor.
Kürt mülteci kimliğinin sembolü olan Maxmur Kampı, Irak merkezi hükümeti tarafından tel örgülerle çevrilmeye, halk hem fiziksel hem psikolojik kuşatma altına alınmaya çalışılıyor. Murat Karayılan’ın “gerekirse 2014’teki gibi müdahale ederiz” sözü, sadece askeri değil, politik bir mesaj: Kürtler arası dayanışma ve özsavunma fikrinin sınır tanımadığını gösteriyor. Maxmur’a yapılan bu hamle, aslında Irak merkezi yönetiminin Kürt bölgesel statüsüne dair tavrının bir testi. Eğer Maxmur’da teslimiyet dayatması kabul görürse, diğer alanlarda da benzer baskılar artabilir.
Türkiye’de ise yerel yönetim, parlamento ve sivil toplum üzerinden siyaset yapılabiliyor; ancak bu alan sürekli daraltılıyor. Kayyum politikaları, toplu tutuklamalar ve siyasi yasaklar, demokratik mücadeleyi sürekli bir savunma pozisyonuna itiyor. Silahlı mücadelenin bırakılması, bu alanda var olma iradesini güçlendirebilir; fakat bu, aynı zamanda baskı mekanizmalarının gevşemesine bağlı. Türkiye’de Kürt siyaseti, “silah bırakma” jestini ancak gerçek bir demokratikleşme süreci ile pekiştirebilir.
Bir de artık Kürt mücadelesi, yalnızca Kürtlerin özgürlük meselesi değil. Bölgedeki tüm halkların demokratik geleceğinin de turnusol kâğıdı. Ezilen topluluklar, dini-etnik azınlıklar ve demokrasi isteyen halk kesimleri bu mücadeleyi “kendi davası” olarak görüyor. Bu, mücadelenin hem meşruiyetini hem de güvenlik zeminini güçlendiren bir olgu. Ortak mücadele perspektifi, demokratik siyaset evresinin en kritik destek ayağı oluyor.
Sonuç olarak 15 Ağustos 1984, Kürt halkının “yok sayılmaya karşı var olma” iradesinin başlangıcıdır. Bugün ise bu irade farklı parçalarda farklı araçlarla yaşamaya devam ediyor. Silahlı mücadelenin demokratik siyasete evrilmesi, tek taraflı bir taviz değil ve böyle görülmemeli. Ancak bu geçişin güvenli ve onurlu olması, tüm aktörlerin sorumluluğudur. Yani silahların susması için yalnızca Kürtlerin değil karşı tarafın da adım atması gerekir.
Aksi takdirde 15 Ağustos’un ruhu, farklı biçimlerde yeniden silahlanmaya mecbur bırakılır. Unutulmamalı ki gerçek barış, iradeyi eşit ve özgür koşullarda tanımakla mümkündür.