İnsan hakları savunucuları ve tüm muhalifler olarak, daha önce benzerini yaşamadığımız bir süreçten geçmekteyiz.
Aslında bizler, baskı süreçlerine alışığız. Özgürlüğü, hiçbir zaman doyasıya yaşamadığımız için, tabiri caiz ise, “hepimiz şerbetliyiz” biraz…
90’lı yıllar, insan hakları savunucuları açısından çok zor bir süreçti. Fiziki saldırılar ön plandaydı. İnsan yaşamı tehdit altındaydı. Kontrgerilla cinayetleri, gözaltında kaybetmeler, ağır işkence yöntemleri, köy yakmalar, bombalamalar daha sayabileceğimiz birçok ihlal biçimi gündemdeydi.
İfade özgürlüğü de büyük tehdit altındaydı. Hepimiz o yıllarda da düşüncelerimiz nedeniyle yargılandık, cezaevine girdik.
Ancak, tutuklama kararlarının bu kadar fütursuzca verildiği, yargının bu kadar net ve açık bir biçimde bağımlı olduğu başka bir süreç yaşamadık. İnsanlar, Cumhuriyetten bu yana devletin kırmızı çizgilerine eleştirel biçimde yaklaştıklarında, yargılandılar. Ancak, yargılamalar sırasında tutukluluk söz konusu olmazdı. Tutuklama ve cezaevine konulma ancak mahkeme kararının kesinleşmesi halinde söz konusu olurdu.
Ancak, bugün yüzlerce insan düşünceleri nedeniyle ifade özgürlükleri ihlal edilerek tutuklu durumdalar. Bu durum, Türkiye’nin altına imza attığı başta insan hakları sözleşmesi olmak üzere birçok sözleşmeye aykırı…
Coğrafyamız, bütün bir alana yayılan olağanüstü hal rejimiyle yönetiliyor. Tek bir kişinin, aklının ürünü olan Kanun Hükmünde Kararnameler yaşamımızın her alanına etki ediyor. 90’lar da dahi yaşamadığımız bir baskı biçimi gündemde. İnsanlar sadece devletten farklı düşündükleri için işten atılıyorlar ve binlerce aile yoksulluğa mahkum ediliyor.
Şiddettin bu kadar meşrulaştırıldığı ve desteklendiği başka bir süreç yaşanmadı. Geçmiş yıllarda bir işkence olayını gündeme getirdiğimizde resmi kurumlar bunu reddederdi. Ancak bugün işkence edilmiş insan fotoğrafları bizzat jandarma istihbaratının kendi sosyal medyasında yayınlanıyor ve ne yazık ki bazı kesimler tarafından alkışlanıyor.
Şiddettin bu kadar meşrulaştırıldığı bir dönemde, kadın cinayetlerindeki artışın nedenini başka bir yerde aramaya gerek var mı?
Devlet hastanesinde 500’den fazla kız çocuğunun tecavüze uğrayıp, doğum yaptığı gerçeği karşısında bu olayı kapatmaya çalışan zihniyet cinsler arasındaki eşitliği sağlayabilir mi?
Meşrulaşan şiddet, LGBTI+ bireylere yönelik cinsiyeti ve şoven saldırıların da artışına neden olmakta…
Cezaevlerinde büyük hak gaspları yaşanıyor;hasta mahpuslar ölüme terk edilmiş durumda. Adli Tıp siyasi iradeye bağlı bir biçimde hipokrat yemini tamamen unutmuş durumda…
İşte böylesi bir ortamda, iktidarın ‘baskın seçimiyle’ yeni bir sürece giriyoruz.
Şimdi önümüzde iki seçenek var: Ya içinde bulunduğumuz cendereden bizi kurtaracak ve özgürlüğün kapısını hafifçe aralayacak bir yol seçeceğiz, ya da bu kötü rüyanın içinde, bu cenderenin içinde kalmaya devam edeceğiz.
Hayat devam ediyor.