Havalar kararıyor, günler karanlık başlıyor. Birçok şey birden başka yerlerde başlıyor. Her şey başlıyor ama esas hikâye başlamıyor. Ertelenen yaşamlar hepimizin kapısında, biz onu, o bizi bekler ve birbirimizi görmeden yan yana ve yana yana geçeriz.
Hayat her başlangıca yer açmıyor diye bir iftira bin yıldır herkese kâbus. Çöken bir karanlık, çıkmaz bir sokak, sisli bir cadde, puslu bir deniz, dumanlı bir dağ ve hayat bulanık ve bunaltı. Bizim yaşayacak ve yaşatacak rüyalarımız var, az değil, uz değil ve izi belli. Yaşamak dünyası için, dünyada yaşayanlar için.
Kırılmış aynalar, paramparça aynalar, biçimsiz çatlamış aynalar, parçası kayıp aynalar. Birer geçmiş fişeği, bir gün gelip bir anı ayırır ve geçmiş de gelecek de pusuda yattığı uykudan uyanır. Sonra bir adım, sona bir adım ve son bir adım. Altı çizilmiş cümleler, yan yana yatmış raylar, çift tırnak olmuş tek tırnaklar ve boş kalmış parantezler; bir ima ve bir imha.
İnsan kendinden düşebilir ve düşlerini berhava edebilir. İnsan düşlerinden de düşebilir ve hayatın içinden dışına doğru bir yol açabilir. Buldukça yitiren, yitirdikçe bulan bir bulmaca gibi yaşamak. Kendi kendine ve kendisine bir ağaç olan, belki de bir uçurumda meyve veriyordur ve yamaçlara gölgesi düşüyordur.
İnsan bir gürültü ve görüntüdür, diye bir eski anlam vardı ama herkes ulaşamazdı. Ağır ve yas dolu bir bakış, sonra serin bir gülüş, ardından da gözlerin yumulduğu bir son. Hikâye bazen tam da o sonlarda başlardı o zaman. Bazen de anlatılmadan biterdi çünkü yaşamak zahmetli bir gelenektir.
Zamanlar ve mekanlar kıskacında devrilen her şeye bir devrim muhtaç. Issız bir yerde kendi başına düşünmek ve bir başkasının yokluğunu övmek bir başlangıçtır. Her başlangıcın bir sonu olması gerekmiyor. Zaten gerekler ve gerekmeyenler çemberinde dolanıp duruyoruz dünyada ve o da bizimle beraber dönüyor.
Gündüz rüyaları ve gece kâbusları birbirini teğet geçerken, bazen birbirinin yerine geçiyor. Yaşamak fikri buhar oluyor, bir başkasına yağmur. Vahşetin ve dehşetin karanlığında bir kapı aranıyor ve aralanıyor. Hiçbir yere götürmeyen kapılar, insanı insana kapatan kapılar ve hiçbir yere çıkmayan kapılar.
Eskiden bakmak vardı, kıyamet kopartacak kadar güçlü bir sessizlikle bakılırdı hayata ve biri ile birilerine. Sonra hikâyeden kovulmak yazıldı, silindi ve tekrar yazılıp yaşandı. Kuşkular çarmıhı, yangınlar çağı ve yanılgılar dünyası. En uzak yer ve içinde yaşadığımız der, bir avuntuya sığınırız.
Tehlikeler ve tehditler kıyısında yürümek, temkinlerin etrafında dolaşmak ve durmadan koşmak. Bir yerde bir evde veya bir sokakta. İllaki bilinmeyenlerin izlerini aramak, aradığınla kaybolmak. Bir fikir bir ömür insanı yürütür. Yersizleşen insan ve bitimsiz hüsran. En çok ve en sonunda hikâye bitiyordu, en az insan kadar.
Konuşmanın faydası, sessizliğin gürültüsü, bilinmeyen diller, kuşkulu barışlar, kanıksanmış savaşlar, erken başlayan yağmurlar, geciken sabahlar ve insanlar, türlü türlü insanlar. Herkesin hikayesi bugünlerde aynı: Doğru diyor, doğruları diyor ama işe yaramıyor. Bu hikâye yıllardır hem de çok yıllardır kimseyi ne ayakta tutuyor ne de ayaklandırıyor.
Haftanın kitap önerisi: Gültan Kışanak, Kürt Siyasetinin Mor Rengi / Dipnot Yayınları