“Muhakkak ki Allah size adaletli olmayı, (insanlara) iyilikle davranmayı, yakınlarınıza ve etrafınıza karşılıksız bağışta bulunmayı emreder: Ve sizi her tür kötülükten, (insanların haklarını ve gerçekliği) inkar etmekten ve azgınlık- aşırılıktan uzak durmaya çağırır.” (NAHL -90)
Sokakta sıradan bir insana da bir akademisyen-ilahiyatçıya da “İslam’ın şartları kaçtır?” diye sorsak, %90 aynı cevabı alırız: Kelime-i şehadetle beraber dört temel ibadeti (namaz-oruç-hac-zekat) sıralar Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara ve ahiret gününe iman ettiğini söyleyen kişi de mümindir derler. Peki bunlar İslam’ı tanımlamaya yeter mi? Bir dinin anlamı ve içeriği birkaç lafzi ifadelerle dillendirilebilen imana ve birkaç bedeni- mali ritüele – mensek’lere indirgenebilir mi? Bunun cevabı açıkça hayır olmasına rağmen bu anlayış tarihsel olarak oturmuş ve güncelde de hakim hale gelmiştir.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra Müslüman toplumu (630-710 arası) büyük bir hızla yayıldı; Batıda Kuzey Afrika üzerinden İspanya’ya, doğuda ise Hind-Çin içlerine kadar. Bu geniş coğrafyadaki çok farklı kültür ve bilinç yapılarına sahip topluluklara İslam’ı en basit formüllerle anlatma çabası olarak bu formülasyonlar oluşturulmuştu ve makul bir gerekçeydi. Bunlar yeni bir sosyal, düşünsel ve ruhsal düzene dahil olma niyetindeki insanlar için basit “başlangıç” ilkeleriydi. İbadetlerin (namaz oruç vb) temel amacı da bütünlüklü bir sistem, hayatın her alanını kapsayan din ve dünya görüşü için bireysel ve toplumsal disiplini sağlayıcı eğitim ve nefs terbiyesi teknikleri idi.
Ancak bu makul ve doğru yaklaşım, dinin özünün, içerdiği eşitlik, özgürlük ilkelerinin, sosyal adaletçi değerlerinin özellikle dinbaz egemenler tarafından zamanla zayıflatılmasıyla içi boş bir şablona dönüştürüldü. En temel ilkeleri insanın (ferdi ve de toplumsal) özgürlüğü, eşitlik ve sosyal adalet olan bir din, tam da özgürlüğü, eşitliği ve adaleti inkar ve ihlal eden bir avuç egemen zorba ve onların işbirlikçisi olan bir grup alim tarafından iktidarları için, bir meşruiyet ideolojisine dönüştürülmek istendi. Emevici-Yezitçi bu dinbaz anlayışa göre her tür zulmü, katliamı, adaletsizliği yapan, sömüren, halkların dillerini kültürlerini inkar edip yasaklayan sultanlar, reis-i cumhurlar sadece tek ‘ben Müslümanım’ dediği ve görünüşte birkaç rekat namaz kıldığı (yani birkaç zahiri ibadeti yerine getirdiği) için meşruydu ve onlara itaat edilmeliydi.
Kur’an, henüz ilk Mekki ayetlerde, dini sadece birkaç rekat namaz gibi görünüşteki ibadetlere indirgeyen anlayışı, esas kafirlik- dini inkar- olarak çok sert bir şekilde mahkum eder. “Dini yalanlayanı- inkar edeni görüyor musun? O ki yetimi itip kakar (ona zulmeder), yoksulu doyurmak için çabalamaz. Yazıklar olsun o salât edenlere (ibadet ettiğini sananlara), ki onlar salâtlarından (ibadetlerinden) habersiz olanlardır. Ve her tür yardımlaşmayı engeller.” (Maun süresi)
Günümüz Müslümanlarının, özellikle Kürdistan’da önemli bir kesiminin temel sorunu bu saptırılmış din anlayışıdır. Örneğin 23 yıldır iktidarda olan Recep Tayyip Erdoğan’ın partisi AKP büyük sermayedarlar lehine uyguladığı ekonomi politikaları sonucu, büyük bir rant ve sömürü çarkı oluşmuş, milyonlarca insan açlığa mahkum, bir avuç sermayedar ve iktidar partisi yanlısı çevre ise kârlarına kâr katıyor. Güya Müslüman olduğunu iddia eden bir hükümet döneminde ülke en adaletsiz dönemini yaşıyor, bütün ülke nazizmi andıran totaliter bir baskı rejimi altında, bütün siyasi özgürlükler askıya alınmış, Allah’a inandığını söyleyen bir hükümet/ iktidar, Allah’ın “diller ayetlerimdendir” dediği Kürt dilini yasaklıyor. Sorun sadece siyaset kurumunda da değil, toplumsal dokuyu bir kanser misali çürüten ahlaksızlık her alanda öyle yaygınlaşmış durumda. Masum bir kız çocuğunun katline ortak olan bir cani, küçük kızın cesedini sakladıktan sonra eve dönüp gönül rahatlığıyla namazını kıldığını anlatabiliyor.
Bütün bu tutarsızlıkları tek bir etmenle açıklamak mümkün değil. Ve tabii ki bu sorunlar sadece dine/İslam’a inandığını söyleyen insanlardan kaynaklı ve sadece onları ilgilendiren konular değil. Fakat bütün bu sorunları, %99’u Müslümanım diye övünen ve çeyrek asırdır Müslüman olduğunu iddia eden bir iktidar tarafından yönetilen bir ülke ve toplumda itikâdi tutarlılık açısından bu tutumların İslam’la ne kadar uyuştuğu tartışılmalı ve cevaplanmalıdır. İslam’ın şartları, adaletsiz bir kişinin namazı, her tür milliyetçiliği savunan bir kişinin haccı, yolsuzluğun, sömürünün, rantın her türünü mubah gören bir kişinin zekatını ve insanların haklarını yiyen bir kişinin orucunu bir arada kabul etmez.
İman, bir insanın sadece bazı kelimeleri tekrar etmesi değildir; eğer iman, gündelik yaşamda aktif bir ahlaki duruşa yol açıyorsa gerçek manada imandır; aksi halde münafıklıktır. Eğer ibadetler de aynı zamanda adil, ahlaklı, dürüst ve özgürlükçü bir duruşa, fikri, zikri, eylemi/ ameli doğru kişiliklere yol açıyorsa, doğru ibadettir. Aksi halde “Vay haline o salât (ibadet) ettiği sananlara ki…” ayetinin kastettiği “namaz kıldığı halde dini yalanlayan kimse”yi işaret eder.
Peki İslam nedir?
Allah insanları yarattığı ilk günden itibaren her bir topluluğa kendi dillerinde peygamberler göndermiştir. Bu dinlerin özü ise birdir. Bu din İSLAM’dır. İslam, bütün dinlerin ortak ismidir. İslam, kelime olarak “barış” demektir. Toplumsal yaşamın temeli İslam’a yani barışa ve adalete, eşitliğe dayanmak zorundadır. Bu din ilk peygamberden beri zulmü yasaklamış, adaleti emretmiş, insana kulluğa karşı çıkarak insanı özgürleştirmeyi esas almış, merhameti, paylaşmayı, yardımlaşmayı insanlar arasında hakim kılmak için mücadele etmiştir. Toplumsal adalet ve barışın olmadığı, zalimlerin zulüm ettiği, kimilerinin kendilerini diğer insanlardan daha üstün gördüğü, bazı haklarını kısıtladığı yerde din ve İslam yoktur.