Ortalık karışınca çok şey de birbirine karışıyor. Coğrafya kaderdir veya kederdir, denilir. Bazı insanlar da coğrafya gibidir, hem kader hem de kederdir. Sonra insan öfke ve itirazı düşünüyor, dedikleri gibi, insanın ruhu ve zihni hafifliyor. Burası kaç zamandır hatta çağdır böyle; öfke hızlı, sabır yavaş, insanın insana ettiği hepten beleş.
Şu günlerde bir şeyler bir şeylere karışıyor ve peş peşe içinde kayboluyor. Çünkü savaşta insan da gerçekler de en önce kaybediliyor. Ezberlerden kurtulmak zor, ezilenlerin adına konuşmak kolay, ezmeye ortak olmak sıradan ve herkes böyle yaparak birilerini ve bir şeylerini yitiriyor. Dünya yıllardır böyle de dönüyor.
İsrail’in İran’a saldırması ile bir anda Ortadoğu ve Ortadoğulu olmak anımsandı, daha doğrusu yaşatıldı. Birbirinden beter iki devlet yönetimi savaşa girdi ve savaş halen de sürüyor. İsrail’in Hamas ile savaşından sonra Lübnan ve Suriye’de dengelerin değişimi çok hızlı gelişti. Yıllardan beridir söylene gelen, geldi bir gecede ve savaş başladı.
Yanıbaşımızda başlayan savaşla buralarda da insanların insanlara ve insanların halklara bakışı bir anda başkalaştı. Belki de hortladı denilebilir. Kibirli abilik/ablalık yeniden ve zamanı geçmiş kavramlarla kendini gösterdi yine. İsrail dedik, İran dedik ve bir anda Kürtlerin orta yere sürüldüğünü gördük birden. Gece başlayan savaşın sabahında Kürtlük tekinsiz bir alan olarak ilan edildi ve aba altından sopalar gösterildi.
İşin belki de en ilginç yanı, bu hastalıklı zihin yapısı Türkiye’de boy verdi. Bilindiği gibi, Türkiye ve Kürt tarafı arasında bir barış süreci yaşanıyor. Tabii, devlete biat ve onun geleceğine itaat edenler, yıllardır dilinden düşürmediği sol literatürü bir anda kenara attı. Devlet barışacaktı, devletin solu en fazla seyirci kalacaktı.
Mezopotamya’nın köklü halklarından Kürt halkı, son yıllarda sergilediği inatçı direnişle gıptayla izlenirken, İsrail-İran savaşıyla Ortadoğu’nun günahkâr halkı ilan edildi. Pek de şaşırtıcı olmayan bu ezberin elbette bir geçmişi var, geleceğe parmak sallayan kof bir kibri de var.
İran’ın sosyo politik geçmişinden bihaber olanı mı dersin, daha dün genç kadınların sokaklarda mollaların sarıklarını düşüren görüntüleri alkışlarla paylaşanlar mı dersin, bugün bir anda molla rejiminin bekçisi kesildi. Çünkü karşıdaki güç İsrail’di. Kuşkusuz İsrail devlet yapısının bu coğrafyada yaptığı katliamlar, nesillerce sürecek travmalar ve kendi gibi faşist devletlere verdiği cesaret, su götürmez bir gerçek.
İran’ın molla rejimi ya da Kürtlerin İran İdam Devleti dedikleri bu ırkçı, dinci ve cinsiyetçi İran rejimi ne olacak? Peki ya Türkiye’den bakınca asla görülmeyen işgalci İran ne olacak? İşte burada bakmak ve görmek önem kazanıyor. Yetmiyor, burası Ortadoğu; görmek ve yaşamak da arkasından geliyor.
İstanbul’dan, Ankara’dan, Ege’den, Karadeniz’den yani Türkiye metropollerinden ve köylerinden bakınca dinci bir devlet var ve kadınlara zulmediyor. Diyarbakır’dan, Mardin’den, Doğubeyazıd’tan, Wan’dan, Hakkari’den bakınca ise sadece bir şey görülmüyor. Tarih, coğrafya, zulüm, direniş, işgal, parçalanma ve daha birçok şey görünüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, hakeza Irak, Suriye ve İran’ın kuruluşundan beri Kürtler bir kuşku, tehdit ve nefret imgesi olarak kodlandı, tarih bile yazıldı, dil ise her kitaptan silindi. Çünkü Kürtler hep başkası tarafından ‘kullanıldı.’ İşte bu kullanım ekonomisi Türklere, Araplara ve Farslara sosyal, politik ve iktisadi bir ayrıcalık verdi. Devlet ve halk böyle de bütünleşir bazı yerlerde.
Günlerdir İran-İsrail arasında süren savaşta Kürtler bir anda Rojhilat Kürdistanı’na yüzünü çevirdi. Çünkü Kürdistan bir bütün işgal edilmiştir gerçeği, Kürdistan parça parça özgürleşebilir umudunu kuşaktan kuşağa devretmiştir. Bugün Sinê’deki Kürt, Kobanê’deki Kürt, Ağrı’daki Kürt, Süleymaniye’deki Kürt, birbirine bakar, bin yıllardır. İşte bu bakış Türkiye’de ve diğer devletlerde görülemez ve görülmesi teklif dahi edilemez.
Oysa Kürtler evine ekmek götürmek için dağ yamaçlarında sırtlarında eşya taşıyan Kolberleri, sokak ortasında dövülerek öldürülen kadınları, Kürtçe ders verdikleri için meydanlarda vinçlerle idam edilenleri düşünüyor. Kürtler bu yüzden başkası gibi düşünemiyor, göremiyor ve hizasını bozuyor.
Marksist-Leninist kuram ve kaideleri dünyanın tüm coğrafyasına analarının ak sütü gibi helal görenler, mevzu Kürtler olunca dişlerini gösterip kendi ilkelerini dahi darağacına gönderebiliyor. Kolonyal şiddet ise ne görülüyor ne de konuşuluyor. Yaşayarak gören ve görmeye devam edeceğimiz bir gerçeğe bu yüzden artık şaşırmıyorum: Özgürlük herkesindir ama Kürtler gelip önce bize sorsun.
Kabul etmek gerekir ki Kürtlerin en başından beri özgürlükçü ve sosyalist toplum mücadelesi hakir görüldü buralarda. Örneğin bugün barış sürecinin baş aktörü Abdullah Öcalan’ın geçmiş günlerde kamuoyuna yansıyan ‘Marksizm’i aştım’ sözleri, yıllardan beridir bu ideolojiyi babalarının malı gibi görenleri ayağa kaldırdı. Mevzu elbette Öcalan ve en önemlisi Kürt Abdullah Öcalan’ın olması. Sol literatür çünkü Kürtlerin ağzına yakıştırılmaz.
Tarih biraz geriye gidince şöyle oluyor neyse ki; Suriye’de iç savaş başlayınca bu kibirli abilik/ablalık sevdalıları Kürtleri Esad rejimin payandası ya da emperyalizmin karakolu arasına sıkıştırdı. Sonra Kürtler, ‘Kürt özgürlükçü akıl’ ile kendi yolunu açtı ve bugün Rojava, bu kanlı deryada bir vaha olarak hayranlıkla izlenmeye başlandı. Elbette Türkiye’de değil, dünyanın başka yerlerinde, izleniyor hâlâ.
Kürtler barbarları çok bekledi, Kürtler barbarlarla yaşamayı bildi, Kürtler barbarlarla savaşmayı da bildi. Kürtlerin direnmekle elde ettiği, başkasının kazanımlarına ekmek bandırmak değil, aşını ve özgürlük aşkını her yerde ve herkese rağmen kazanma azmidir ve bölüşebilmesidir.
İşgal gerçeğini bilmeyenler, bilerek ya da bilmeyerek işgalcileri savunuyor ve bu İran şahsında Kürtleri, Belucları ve diğer halkları hayal kırıklığına uğratıyor. Savaş iki birbirinden beter devletindir, faturası biz halk evlatlarınadır. Ezilen kararını verendir ve bu Ortadoğu dahil her yerde haklı bakiyemizdir ve bizimdir Kürtler dahil.