Cumhuriyet tarihi, bu topraklarda yaşayan ötekiler için hak eşitliği ve özgürlük değil; acı, inkâr ve şiddet anlamına geldi
Özgür Ünal
Son dönemde Ortadoğu’da yaşanan her gelişme, bu topraklarda demokrasi olmadan — yönetim biçimine ne ad verilirse verilsin — ölümden, kıyımdan, sürgünden ve yok sayılmaktan arınmış bir yaşamın mümkün olmadığını en açık haliyle gözler önüne seriyor. Bugün cumhuriyetle yönetilen Türkiye’de, İslam Cumhuriyeti olan İran’da, ya da Baas rejimiyle yönetilen Irak ve Suriye’de temelde aynı sorunların yaşanması bir rastlantı değil; bu, Ortadoğu’nun yapısal gerçekliğidir. Bu gerçekliğin en temelinde ise farklı halklara bir arada, eşit yaşam hakkının tanınmaması yatmaktadır.
Buradan hareketle cumhuriyet kavramı etrafında yürütülen tartışmalara bakmak önemlidir. Ancak “Cumhuriyet iyidir” ya da “Cumhuriyet kötüdür” şeklinde ikiye ayrılan indirgemeci yaklaşımlar, bu tartışmanın derinliğini ve ihtiyaç duyulan eleştiriyi çoğu zaman görünmez kılar. Oysa bu ihtiyacın ne kadar yakıcı olduğu, Sırrı Süreyya Önder’in bir televizyon programında sarfettiği “Biz bu cumhuriyetin ne hayrını gördük!” cümlesine gelen tepkilerle açıkça görülebilir.
Tedavi gördüğü hastaneden; düzenlenen cenaze törenine ve sonrasına kadar da bu söylem üzerinden saldırmaya devam ettiler. Oysa bu söz ne bir nefret söylemiydi ne de provokasyon. Aksine, cumhuriyetin ötekiler açısından nasıl bir tarihsel deneyim sunduğuna dair açık, yerinde ve cesur bir hafıza çağrısıydı. Tepkiler ise gösteriyor ki bu ülkede cumhuriyetin sorgulanması hâlâ bir tabu; hele ki bunu Kürt, Alevi, sosyalist ya da herhangi bir “makbul vatandaş” tanımına uymayan biri yaparsa, bu daha da “tehlikeli” bir hal alıyor. Çünkü cumhuriyet, kurulduğu günden bu yana farklı her sese tahammülsüz bir yapılanma üzerine inşa edildi. Bu tahammülsüzlük sadece bir istisna değil, bizzat bu düzenin karakteridir.
Sırrı Süreyya Önder’in sözleri içinden geçtiğimiz yüzyılın “tek tipçi” ideolojisinin özeti gibi: “Biz kavramını daraltmış teke indirgemiş. Tek millet, tek mezhep, tek cinsiyet… al sana cumhuriyetin tarifi” ve devam ediyor: “Erkek olacaksın, Sünni olacaksın, Türk olacaksın.” Bu “olamayanlar” ise sistematik olarak dışlandı, bastırıldı, yok sayıldı ya da katledildi. Zilan’da, Dersim’de, Maraş’ta, Roboski’de, Ankara Garı’nda, Cizre bodrumlarında… Cumhuriyet tarihi, bu topraklarda yaşayan ötekiler için hak eşitliği ve özgürlük değil; acı, inkâr ve şiddet anlamına geldi.
Kürtler için cumhuriyet demek, kendi dilinin yasaklanması demekti. Bir halk, kendi anadilinde konuşamaz hale getirildi; kimliği yok sayılarak inkâr edildi. Aleviler için cumhuriyet, Sünni merkezli bir devlet yapısı altında yok sayılmak, hatta hedef haline gelmekti. Dersim Tertelesi’nden Maraş’a, Sivas’tan Gazi Mahallesi’ne uzanan bir zincir, bu yok saymanın ne denli kanlı sonuçlar doğurduğunu gösteriyor. Sosyalistler, devrimciler, muhalifler için cumhuriyet ise çoğunlukla sürgün, cezaevi, işkence, idam ve yasaklar demekti. Mamak, Diyarbakır Cezaevi ya da 12 Eylül darbesi sadece olaylar değil; cumhuriyetin muhalefetle kurduğu ilişkinin yapısal tezahürleridir.
Önder konuşmasının devamında şöyle diyor: “Ben hiçbir hayrını görmemişim. Ne zaman konuşsam bedel ödemişim. Sürgünler, hapisler, ölümler…” Bu sadece onun şahsi hikayesi değil; bu ülkede farklı kimlik ve inançlarla, farklı düşüncelerle var olmaya çalışan herkesin ortak hikâyesi. Roboski’de sınırda bombalanarak öldürülen 34 Kürt, Gar Meydanı’nda barış isteyen gençlerin bedenleri, Suruç’ta yeni bir yaşamı inşa etmek için yola çıkıp katledilenler… Bu cumhuriyet, yurttaşlarını korumadığı gibi, çoğu zaman bizzat faili oldu bu katliamların.
Önder’in şu sözü ise meseleyi çarpıcı biçimde özetliyor: “Benim hiçbir borcum yok, dünya kadar alacağım var.” Bu cumhuriyet, kendi yurttaşlarına borcunu hiç ödemedi. Tam tersine, onların varlığını ve haklarını yok sayarak, yaşamlarını gasp ederek, bu borcu daha da büyüttü. Cumhuriyetperverliği bir erdem değil “tembellik” olarak nitelendiren Önder, sistemin sürekli olarak geçmişin zorunluluklarını bugün de iman haline getirdiğini, eleştirilemez ve değiştirilemez bir kutsal gibi dayattığını söylüyor. Oysa cumhuriyet, onun da dediği gibi bir insan icadıdır: “Cumhuriyet, o günün zorunlulukları ve imkanlar zemininde o bileşkenin adıdır.” Gerektiğinde sorgulanır, dönüştürülür, yerine daha adil ve kapsayıcı bir sistem kurulabilir.
Bugün hâlâ özde yurttaş – sözde yurttaş ayrımının sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. 6-7 Eylül Pogromu’nun ardından Rumlara, Ermenilere; Madımak’ta Alevilere; Suruç’ta sosyalist gençlere, LGBTİ+ bireylere, Romanlara, göçmenlere hâlâ bu cumhuriyet yaşamı haram ediyor. Önder’in dediği gibi: “Cumhuriyet bana haram etmiş bu ülkede yaşamayı. Sadece bana değil: Bu ülkede Kürtsen, Çingeneysen, Rumsan, Ermeniysen, eşcinselsen, inanç sahibiysen bu cumhuriyetin sabıkası bunlara zulmün tarihi.”
Bu yazının amacı, “Cumhuriyet kötüdür” demek değil. Ama cumhuriyetin tarihiyle dürüstçe yüzleşmeden, ona kutsallık atfetmeden, onu sorgulamanın bir toplumsal hakkımız olduğunu kabul etmeden, gerçek bir eşit yurttaşlık rejimi kurmak mümkün değil. Demokratik bir cumhuriyet ancak bedel ödemeyi göze alanların mirasıyla mümkün olabilir. “Hayır, bedelini ödemeye razı olanlara borçluyuz” diyor Önder. Bu ülkenin daha adil ve onurlu bir yaşamı hak ettiğine inanan; bunun için hayatını adayan, bedel ödeyen, zindanlarda tutsak edilen ve toprağa düşen binlerce insan var. Cumhuriyetin onları yok sayarak kurduğu düzen, bugün hâlâ tüm ağırlığıyla üzerimizde duruyor.
Bu yüzden “biz bu cumhuriyetin ne hayrını gördük!” sorgulaması bir provokasyon değil; bir yüzleşme davetidir. Cevabı da nettir: Bazılarımız için bu cumhuriyet eşitlik, adalet, özgürlük değil; dışlanma, yok edilme ve inkâr anlamına geldi. Ve bu düzen değişmedikçe, gerçek bir demokratik cumhuriyet kurulmadıkça, bu soruya verilecek cevabımız da değişmeyecek.
Bugün, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın amacına ulaşabilmesi ve daha iyisinin inşa edilebilmesi için, mevcut sistemin tüm açıklığıyla tartışılması büyük önem taşımaktadır. Bunun için her türlü yüzleşme sağlanmalı; mücadeleden ve bu çağrıya yanıt olmaktan geri durulmamalıdır.