• İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
27 Haziran 2025 Cuma
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
ABONE OL!
GİRİŞ YAP
Yeni Yaşam Gazetesi
JIN
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
  • Anasayfa
  • Gündem
    • Güncel
    • Yaşam
    • Söyleşi
    • Forum
    • Politika
  • Günün Manşeti
    • Karikatür
  • Kadın
  • Dünya
    • Ortadoğu
  • Kültür
  • Ekoloji
  • Emek
  • Yazarlar
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Tümü
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Yeni Yaşam Gazetesi
Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
Ana Sayfa Forum

Cilo Dağları’nın çığlığı: Festivalin gölgesindeki ekolojik ve toplumsal gerçekler

27 Haziran 2025 Cuma - 00:00
Kategori: Forum, Manşet
Cilo Dağları’nın çığlığı: Festivalin gölgesindeki ekolojik ve toplumsal gerçekler

Cilo ve Sat Dağları’ndaki gelişmeler, yalnızca bir festival tartışması değil, doğanın özgürleşmesi ile onun sermaye ve güvenlik politikalarıyla kuşatılması arasında süren toplumsal ve ekolojik bir mücadelenin parçasıdır

Agit Özdemir

Hakkâri’nin Cilo-Sat Dağları, Kürdistan’da Ağrı Dağı’ndan sonra en yüksek zirvelerini barındıran, eşsiz güzellikte bir coğrafyadır. Uludoruk (Reşko) Zirvesi, 4.135 metre yüksekliğiyle bu dağ silsilesinin zirvesini oluşturur. Eteklerinde ise buzullar, irili ufaklı buzul gölleri ve endemik bitkilerle dolu yaylalar yer alır. Cilo Buzulları’nın yaklaşık 20 bin yıllık olduğu yönünde yaygın bir kanı bulunsa da, yapılan bilimsel ve akademik çalışmalar, buzul oluşumlarının Pleyistosen döneminin bir devamı olduğunu ve aslında yaklaşık 2.5 milyon yıllık bir geçmişe sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Bu yönüyle Cilo Buzulları, yalnızca Kürdistan için değil, dünya ölçeğinde de son derece önemli bir doğal varlık niteliği taşımaktadır.  Bu eşsiz doğa yalnızca fiziki güzelliğiyle değil, tarih boyunca bölge halkı için taşıdığı anlamlarla da dikkat çeker: Yaşam alanı, yaylacılıkla sürdürülen geçim kaynağı, vadilerinde gizlenmiş tarihî kalıntılarıyla kültürel bir miras niteliği taşır. Cilo-Sat Dağları, yalnızca doğal güzellikleriyle değil, aynı zamanda tarihsel, politik ve mitolojik anlamlarıyla da öne çıkmaktadır. Bu dağlar, geçmişten bu yana halk arasında bir ‘sığınak’, bir ‘kale’, bir ‘direniş yeri’ olarak görülmüş, kültürel hafızanın ve kimliğin mekânı haline gelmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren artan askeri operasyonlar, köy boşaltmaları ve güvenlik politikaları nedeniyle halkı buradan zorla yerinden edilmiş, halkın dağlar ve yaşamla kurduğu bin yıllık bağ koparılmaya çalışılmıştır. Ne var ki bugün Cilo Dağları sessiz değil, tam tersine büyük bir çığlık atıyor. Kapitalizmin neden olduğu iklim değişikliği, hızla eriyen buzullar, yıllardır süren güvenlikçi politikalar ve son dönemde “doğa turizmi” adı altında düzenlenen kitlesel festivallerin yarattığı tahribat, bu tarihî ve kültürel coğrafyanın varlığını ciddi biçimde tehdit etmektedir.

Cilo ve Sat Dağları’ndaki buzulların geri dönüşsüz biçimde eridiği artık bilimsel bir gerçeklik olarak kabul ediliyor. Ancak bu süreci yalnızca küresel ısınmayla açıklamak yetersiz kalır. Bölgede uzun yıllardır süren çatışma ortamı, savaş kaynaklı ormansızlaşma, denetimsiz madencilik faaliyetleri ve koruma yerine rantı esas alan politikalar, erimeyi hızlandıran başlıca nedenler arasında yer alıyor. Son dönemde ise “doğa turizmi” adı altında düzenlenen kitlesel festivaller, bu hassas ekosistemdeki tahribatı daha da derinleştirerek süreci ivmelendiriyor. Yapılan araştırmalar, Cilo buzullarının son 30 yılda yüzey alanlarının %55’inden fazlasını kaybettiğini ortaya koyuyor. Bir zamanlar 200 metreyi bulan buzul kalınlığı, bugün 50 metrenin altına inmiş durumdadır. Buzulların içi boşalıyor ve geniş çatlaklar oluşuyor. Bu hızlı çözülme özellikle 1990’lı yıllardan itibaren belirginleşmiş, son 20 yılda ise beklenenden daha yüksek bir hızla devam etmiştir. Cilo buzulları, binlerce yıldır Kürdistan’ın su döngüsünde hayati rol oynayan tatlı su rezervuarları niteliğindedir. Ancak küresel sıcaklık artışı, değişen yağış rejimleri, güvenlik odaklı uygulamalar ve rant projeleri nedeniyle bu rezervuarlar büyük kütleler halinde yok olmaktadır. Bu durum sadece dağ ekosistemini değil, Zap Suyu gibi nehirlerin rejimini de doğrudan etkilemektedir. Eğer erime süreci bu hızla devam ederse, bölgedeki mikroiklim, bitki örtüsü ve tarım-hayvancılığa dayalı geçimlik ekonomi ciddi biçimde zarar görecektir.

Toplu-kırım politikaları

Cilo-Sat Dağları’nın ekolojik ve kültürel değeri maalesef uzun yıllardır bölge halkına yasaklanmış durumdadır. 1990’larda yoğunlaşan savaş ortamında devlet, Hakkâri’nin yüksek dağlık kesimlerini özel güvenlik bölgesi ilan ederek sivillere kapattı. Bölgedeki köyler zorla boşaltıldı, binlerce insan yerinden edildi. Günümüzde Yüksekova, Çukurca, Şemdinli ve Hakkâri merkezde yaşayan köylüler, bırakın eski köylerine dönmeyi, Cilo’nun yaylalarına turistik gezi yapma iznine bile sahip değil. Bölgeye gitmek isteyen yerel halk, Valiliğin kapısında özel izin için beklemek zorunda kalıyor ve çoğu zaman da bu izinler verilmiyor. Çobanlar dahi hayvanlarını meralara çıkarabilmek için güvenlik soruşturmalarından geçiriliyor. Bir Yüksekovalı, yanı başındaki Sat Gölleri’ne gitmek istediğinde türlü engellerle karşılaşırken devletin desteği ve yönlendirmesiyle bölgeye gelen ziyaretçiler, burayı görme konusunda yöre halkından daha avantajlı duruma getirilmiştir. Bu tablo, 1990’larda uygulanan toplum-kırım politikalarının halen sürdüğünü gösteriyor. Cilo-Sat Dağları uzun süredir askeri bir mıntıka olarak tanımlanıyor; köylüye yasak olan dağlar, orduya sınırsızca açılmış durumdadır. Yaylalar mayınlar ve askerî karakollarla dolu, dağların doruklarında birden çok karakol/kalekol mevcut. Yüzyıllardır bu dağlarda yaşayan halk ise kendi yurdunda “öteki” muamelesi görüyor.

Festival değil ‘dağın fethi’

İşte tam da böyle bir arka plan üzerinde, son yıllarda “terörden arındırılmış Hakkâri” söylemi eşliğinde Cilo ve Sat Dağları’nda gösterişli festivaller düzenlenmeye başlandı. 2019’dan bu yana Valilik ve kayyum yönetimlerince organize edilen Cilo Festivali, kamuoyuna “artık huzur ve turizm zamanı” mesajıyla sunuluyor. Nitekim bu yıl 28-29 Haziran’da 7’ncisi planlanan festivalde, her ne kadar İsrail-İran savaşı gerekçe gösterilerek ‘müzik ve eğlence’ bölümlerinin iptal edildiği duyurulmuş olsa da, toplu etkinliklerin süreceği belirtilerek festivalin devam edeceği açıklandı. Festivalin bu yılki sloganları da oldukça çarpıcı: “Dağların ve huzurun şehri Hakkâri’de Türkiye’nin en yüksek festivali!” Valilik, bölgede “terör”ün sona erdiğini, artık halay ve şenlik zamanının geldiğini ilan ediyor. İlk bakışta bölgede bir “normalleşme” yaşanıyormuş izlenimi yaratılsa da, manzara son derece çelişkili. Zira devlet erkânının katılımıyla, büyük bir gösteriye dönüşen bu etkinlik, özü itibariyle bir “zafer gösterisi” gibi kurgulanıyor. İki günlük bu organizasyonun ana mesajı, kültürel bir etkinlikten çok bir “dağın fethi”ni simgeliyor; “terör” söylemi her şeyin önüne geçiriliyor. Bu tablo, Cilo Festivali’nin aslında bölge halkının iradesi hiçe sayılarak, onlara rağmen gerçekleştirildiğini açıkça gösteriyor. ‘Terörden temizlenen Cilo’da festival’ manşetleriyle sunulan bu organizasyon, gerçek bir barış ve normalleşme süreci olmadığı gerçeğini örtbas etmeye yönelik bir ideolojik bir gösteriye dönüşüyor.

Binlerce metre yüksekteki buzul göllerinin kıyısında on binlerce insanın toplanmasının doğa için ciddi sonuçları olacağı açıktır. Nitekim Cilo Festivali’nin düzenlendiği Sat Buzul Gölleri bölgesi, mutlak koruma gereken kırılgan bir ekosistemdir. Bilim insanları ve ekolojistler, dağlardaki buzul ve göllerin yoğun insan etkinliğinden uzak tutulmasının şart olduğunu defalarca dile getirdi. Fakat festival organizatörleri tam tersine, binlerce kişiyi bu zirvelere çekmek için hummalı bir altyapı çalışmasına girişti. 2023’teki 6. Cilo Fest’e Valiliğin açıklamasına göre 25 bin kişi katıldı, bölgeye binlerce araç giriş yaptı. Bu yıl hazırlıklar yine on binleri taşımak üzere yapıldı. Onca insan ve araç, yüksek irtifanın hassas topraklarında geri dönülmez izler bırakıyor. Festival için doğal peyzajı bozan yol genişletme çalışmaları yapıldı, iş makineleri bölgeye sokuldu. İnsanların bile sessizce yürümesi gereken bu hassas ekosisteme kepçelerle, dozerlerle girilerek yalnızca dağ çiçekleri değil doğanın dengesi de tahrip edildi/ediliyor. Etkinlik alanına onlarca seyyar tuvalet ve çöp konteyneri yerleştirildi. İki günlük eğlence sonrasında, milyonlarca yıllık buzulların yanı başında yığınla çöp ve insan atığı bırakıldı. Taşınması gereken tuvalet atıkları dahi bölgede olduğu gibi terk edildi. Buzul göllerinin kenarında yakılan ateşler, yüksek sesli konserler ve kalabalığın gürültüsü ise oradaki yaban hayatını ürkütüp kaçırmaktan, belki yuvalarını terk etmesine yol açmaktan başka bir işe yaramadı. Endemik bitki türleri çiğnendi, nadir kelebekler, kuşlar kalabalıktan dolayı bölgeden uzaklaştı. Cilo buzullarının erimesinin zaten mikro iklimi değiştirdiği, bazı bitki türlerinin ise şimdiden yok olduğu bir süreçte, 25 bin kişiyi o buzulların dibine getirip halay çektirilip ve yüksek sesli konserler verdirildi. Kısacası, Cilo Fest adı altında yapılan etkinlik, hassas bir ekosisteme indirilen bir darbe niteliğinde. Valilik belki turizmi canlandırdığını iddia ediyor, ama gerçekte buzulların erime sürecine doğrudan katkıda bulunan bir organizasyon yapılıyor.

‘Mili park’ söylemi

2020 yılında Cumhurbaşkanlığı kararı ile Hakkari Cilo Ve Sat Dağları Milli Park ilan edildi. Ancak bir yerin “milli park” ilan edilmesi, doğayı korumaktan çok sistemin o alan üzerindeki tahakkümünü artıran bir araç işlevi görmektedir. Devlet nezdinde milli park statüsü, doğayı bir varlık olarak değil, “millî” çıkarlar doğrultusunda yönetilecek bir “kaynak” olarak ele alır. Böylece alan üzerinde hem erişim hem kullanım yetkisini merkezi otoriteye bırakır. Bu durum, özellikle yerel halkın o alanla kurduğu tarihsel, kültürel ve ekolojik bağları görmezden gelir. Milli park anlayışı doğayı yaşayan bir bütün olarak değil, sınırları çizilmiş ve yukarıdan “korunacak” bir mülk gibi görür. Cilo-Sat Dağları örneğinde olduğu gibi, milli park ilanı çoğu zaman gerçek bir korumadan ziyade, alan üzerinde devlet kontrolünü artıran bir uygulama halini alır. Bugün, Cilo ve Sat Dağları Milli Parkı, kâğıt üzerinde korunan bir alan olsa da fiiliyatta askerî yapılaşmaya maruz kalıyor ve ranta açılıyor. Festival bahanesiyle yapılan yol genişletmeleri ve altyapı çalışmalarının, aslında kalıcı bir güvenlik yolu ağı oluşturmanın parçası olarak kurgulandığı, bölge halkı tarafından dile getiriliyor. Normalde koruma statüsü gereği buzul bölgesine çivi bile çakılamazken, festival uğruna dozerlerle yol açılması, milli park ilanının ne denli çelişkili ve göstermelik bir uygulama olduğunu ortaya koymaktadır.

Festivalin ardından bölgenin yeniden yasaklanması ve sivil etkinliklere kapatılması, etkinliğin esas amacının ekoloji, turizm ya da barış değil; bölgenin kontrolünü pekiştirmek olduğunu ortaya koyuyor. Bu durum, festivalin gerçek bir “normalleşme” süreci değil, güvenlik politikalarının yeni bir biçimi olduğuna dair eleştirileri doğrular niteliktedir. Cilo-Sat Dağları, önce “turizm ve yaşam var” söylemiyle açılıyor, ardından güvenlik bölgesi ilan edilerek yeniden kapatılıyor; bu döngüde yerel halkın ihtiyaçları, talepleri ve hukuki hakları sistematik biçimde yok sayılıyor. Üstelik hukuken milli park statüsünde olan bir bölgede bu denli geniş çaplı tahribat yaratılması, kamu yararı ilkesine de açıkça aykırı. Ne var ki festival aracılığıyla inşa edilen “Terörsüz Türkiye” imajı, tüm bu hukuksuzlukların üzerini örtmek için bir araç olarak kullanılmakta. Yasakların geçici olarak kaldırıldığı ve “normalleşme” olarak sunulan bu stratejiyle, bir yandan doğa ve turizm söylemleriyle halk bölgeye çekilirken, öte yandan ekolojik yıkım ve askerî politikalar kesintisiz biçimde sürdürülüyor. Cilo-Sat Dağlarının aynı anda hem milli park, hem turizm alanı, hem askerî bölge hem de maden sahası ilan edilmesi, bu coğrafyaya yönelik yaklaşımın ne kadar çelişkili olduğunu gözler önüne seriyor. Doğa adına yapıldığı öne sürülen Cilo Fest ise, aslında ekolojik tahribatı meşrulaştıran bir perde işlevi görüyor; sonuçları ise doğaya zarar vermekten öteye gitmiyor.

Devlet sermaye ortaklığı

Cilo Fest’i sadece bir turizm etkinliği olarak görmek saflık olur. Aksine, bu festival bölgenin sermayeye açılması planlarının da bir parçasıdır. Hakkâri’nin dağları, sadece doğal güzellikleriyle değil, aynı zamanda yer altı varlıklarıyla da sermaye gruplarının iştahını kabartıyor. Özellikle 2020 yılından itibaren Hakkâri’de madencilik faaliyetleri doğrudan devlet ve sermaye ortaklığı ile teşvik edilmeye başlandı. Herhangi bir yasal süreç işletilmeden, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarına bile gerek duyulmaksızın binlerce hektarlık alan sermayeye tahsis edildi. Yıllarca güvenlik gerekçesiyle yasaklanan dağlar, bu kez maden şirketlerinin dinamitleriyle parçalanıyor. Doğa, kalkınma ve güvenlik söylemlerinin ortak yıkımına terk ediliyor. Maden Tetkik Arama (MTA) raporlarına göre bölgede krom, kurşun, çinko, bakır, titanyum gibi birçok cevher mevcut ve sadece çinko-kurşun rezervinin 40 milyon ton olduğu iddia ediliyor. Nitekim 2019’da “Kurşun-Çinko Çalıştayı” düzenlenip, Hakkâri-Şırnak hattının Türkiye’nin en büyük kurşun-çinko yataklarına sahip olduğu ilan edildi. Bu çalıştayda “bilim adamları” “bölgede büyük potansiyel var, yataklar çok zengin” diyerek yatırımcıları bölgeye çağırdı. İşte Cilo Fest gibi etkinlikler, tam da bu yatırım çağrısının alt yapısını oluşturuyor. Yabancı yatırımcılar, bölgenin “terörden arındırılmış” imajına ikna edilip buradaki madencilik faaliyetlerine çekilmek isteniyor. Festival de bunun vitrinini sağlıyor. Mevcut durumda Kanada merkezli şirketler başta olmak üzere bazı yabancı sermaye grupları, Hakkâri’de doğrudan madencilik faaliyetlerine dâhil olmuş durumda. Gelişmeler, hem devletin politik tercihlerinin hem de yürütülen projelerin, başka ulusal ve uluslararası şirketleri de Kürdistan’ın dağlarına yönlendirmeyi amaçladığını açıkça gösteriyor. Bu yönelim, bölgenin yeraltı ve yerüstü varlıklarını küresel sermayeye açan, ekolojik ve toplumsal yıkımı derinleştiren yeni bir “sömürgeleştirme” biçimi olarak karşımıza çıkıyor.

Bölge sadece maden için değil, enerji projeleri için de hedefte. Hakkâri’den geçen ve Cilo-Sat dağlarından beslenen Zap Suyu üzerinde yıllardır baraj ve HES projeleri inşa ediliyor. Bu HES’ler Zap Vadisi’ni sular altında bırakacak, Türkiye’nin en önemli mikroklima tarım alanlarını yok edecektir. Tüm bunlara ek olarak, denetimden uzak madencilik faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan maden atıkları ve kimyasal maddeler doğrudan Zap Suyu’na boşaltılıyor. Bu kirlilik Dicle Nehri’ne taşınıyor. Sonuç olarak bölgedeki nar, incir, ceviz bahçeleri verimsizleşti, nehirdeki balık türleri yok olma noktasına geldi. HES projeleri ve madencilik faaliyetleriyle bölgedeki yaşam alanları sistematik biçimde yok ediliyor. Bu yıkım politikası sürdüğü takdirde, halk doğrudan “askeri” yöntemlerle değil, bu kez ekolojik tahribat ve ekonomik baskılar yoluyla zorla yerinden edilmiş olacak. Tüm bu yıkım politikaları, “gelişme” ve “kalkınma” söylemleriyle meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Oysa ortada doğayı ve toplumu gözünü kırpmadan feda eden bir kapitalist modernite zihniyeti var.

Dağlar halkıyla özgürleştikçe güzelleşir

Son söz olarak; Cilo ve Sat Dağları’ndaki gelişmeler, yalnızca bir festival tartışması değil, doğanın özgürleşmesi ile onun sermaye ve güvenlik politikalarıyla kuşatılması arasında süren toplumsal ve ekolojik bir mücadelenin parçasıdır. Devletin yıllardır güvenlik eksenli yürüttüğü bu politikaya bugün ekonomi merkezli bir “kalkınma” anlayışı eklenmiştir. Doğa, şirketlerin ve vitrinlik etkinliklerin nesnesi haline getirilmiştir. Oysa bölge halkı hâlâ yaylalarına dönememekte, genç kuşaklar ailelerinden miras kalan topraklarını ancak fotoğraflarda görebilmektedir. Erimekte olan buzullar ve kuruyan nehirler, bu dağların “yatırıma açılacak” alanları değil, korunması gereken ortak yaşam alanları ve hafızası olduğunu haykırmaktadır. Cilo’nun geleceği, askeri yasaklar ve maden ruhsatlarıyla değil, yerel halkın karar ve söz hakkıyla, doğayla uyumlu, katılımcı bir anlayışla şekillenmelidir. Cilo-Sat Dağlarından zorla göçertilen halkın dönüşü sağlanmalı, HES ve maden projeleri iptal edilmelidir. Sadece kâğıt üzerinde kalan milli park statütüsü yerine, doğayı metalaştırmayan, onu bir bütün olarak yaşayan bir varlık kabul eden toplumsal ve ekolojik politikalar geliştirilmelidir. Bölgeye kontrollü ve sınırlı sayıda ziyaretçiye izin veren, doğanın hassasiyetini gözeten ve tahribattan uzak ziyaret biçimleri hayata geçirilmelidir. Bu faaliyetler kampanya usulü kitlesel festivaller yerine, yıl içine yayılan küçük ölçekli doğa yürüyüşleri ve bilimsel keşif turları şeklinde tasarlanmalıdır. Cilo’nun zirvelerinden yükselen bu sessiz çığlık, hem doğanın yok oluşa karşı feryadı hem de yurdundan koparılan halkın geri dönüş çağrısıdır. Dağlar, halkıyla birlikte özgürleştikçe güzelleşecektir.

PaylaşTweetGönderPaylaşGönder
Önceki Haber

Yaşamın sömürü-saldırı planlamaları ile sınavı 

Sonraki Haber

Ahmet Bilge yazdı: Çiçekler solmadan

Sonraki Haber
Yahya Orhan: Artık kendimiz için çalışacağız!

Ahmet Bilge yazdı: Çiçekler solmadan

SON HABERLER

DYO boya işçileri İzmir’de eylemde

DYO boya işçileri İzmir’de eylemde

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

Cezaevlerinde hak ihlalleri: Ağır tecrit sürüyor

Cezaevlerinde hak ihlalleri: Ağır tecrit sürüyor

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

İngiltere Parlamentosu’nda Öcalan için çağrı: Serbest bırakılmalı

İngiltere Parlamentosu’nda Öcalan için çağrı: Serbest bırakılmalı

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

Brüksel’de Şeyh Said İsyanı’nın 100’üncü yılında ulusal konferans

Brüksel’de Şeyh Said İsyanı’nın 100’üncü yılında ulusal konferans

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

Çocuk istismarından ceza alan ve tahliye edilen eğitmen kayıplara karıştı

Çocuk istismarından ceza alan ve tahliye edilen eğitmen kayıplara karıştı

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

DEM Parti Emek Komisyonu’ndan açıklama

DEM Parti Emek Komisyonu’ndan açıklama

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

Abdullah Öcalan: Şeyh Said halkın sesiydi, geri adım atmadı

Abdullah Öcalan: Şeyh Said halkın sesiydi, geri adım atmadı

Yazar: Yeni Yaşam
27 Haziran 2025

  • İletişim
  • Yazarlar
  • Gizlilik Politikası
yeniyasamgazetesi@gmail.com

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

E-gazete aboneliği için tıklayınız.

Sonuç Yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Tümü
  • Güncel
  • Yaşam
  • Söyleşi
  • Forum
  • Politika
  • Kadın
  • Dünya
  • Ortadoğu
  • Kültür
  • Emek-Ekonomi
  • Ekoloji
  • Emek-Ekonomi
  • Yazarlar
  • Editörün Seçtikleri
  • Panorama
    • Panorama 2024
    • Panorama 2023
    • Panorama 2022
  • Karikatür
  • Günün Manşeti

© 2022 Yeni Yaşam Gazetesi - Tüm Hakları Saklıdır