Anadil hakkının meşruiyeti, yazılı hukuki düzenlemelerin ötesinde, insan doğasının kendisine içkin evrensel ilkelere dayanmaktadır. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda düşüncenin şekillenmesi ve kimlik inşasının temel unsurudur
Sezgin Dinç*
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana süren yüzyıllık tek dilli hegemonyaya karşı Özgürlük İçin Hukukçular Derneğinin (ÖHD) Ağustos 2025’te başlattığı ve Kürtçe’nin resmi dil ve eğitim dili statüsü kazanması amacıyla TBMM’ye yönelttiği imza kampanyası, yalnızca hukuki bir girişim değildir. Yüzyıllık tek dilli hegemonyanın dayattığı homojenleştirici politikalara karşı çoğulcu demokratik toplum anlayışının hukuki zeminini inşa etme mücadelesidir.
Cumhuriyetin kuruluşunda benimsenen “tek millet, tek dil” ideolojisi, çok kültürlü Osmanlı mirası üzerine radikal bir kopuş yaratmış, bu ideolojik tercih, dil çeşitliliğini ulusal birliği tehdit eden unsur olarak algılayan yaklaşımı beraberinde getirerek sistematik asimilasyon sürecinin temellerini atmıştır. Özellikle Kürtçe, ülkenin en yaygın ikinci dili olmasına rağmen, bu politikaların en ağır hedefi haline gelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uygulanan politikalar, anadillere yönelik sistematik inkâr süreci başlatmış, bu dillerin kamusal alandan tamamen dışlanmasına neden olmuştur. Kürt toplumunun kesintisiz ve büyük bedellerle sürdürdüğü varlık mücadelesine rağmen devlet yapısı tek dilli paradigmayı ısrarla korumaya devam etmiştir.
Anayasal düzlemde Türkçe’nin “resmi dil” olarak tanımlanması, bu dilin hegemonik konumunu hukuken pekiştirmiştir. 1982 Anayasasının 42. maddesi eğitim-öğretim dili olarak Türkçeyi öngörmekte, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmünü içermektedir. Bu anayasal çerçeveye ek olarak, 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun 20. maddesi eğitimin amaçları arasında “çocukların Türkçeyi doğru ve güzel konuşmalarını sağlamak”ı sayarak, eğitim sisteminin tek dilli hegemonya kurma işlevini açıkça ortaya koymaktadır. Bu çok katmanlı yasal çerçeve, anadil hakkını anayasal güvence altına almaktan uzak olup, sistemli bir şekilde dil çeşitliliğini asimilasyonla yok etmeye götürmektedir.
Uluslararası hukuk perspektifinden anadil hakkı, temel bir insan hakkı olarak kabul edilmektedir. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine göre anadilde eğitim bir hak olup, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 14. maddesi ayrımcılık yasağı çerçevesinde dil temelli ayrımcılığı yasaklarken, Azınlık Haklarına İlişkin Çerçeve Sözleşme de azınlık dillerinin korunması ve geliştirilmesi yükümlülüğünü getirmektedir. Bu normlar, devletlerin anadil hakkına saygı göstermekle kalmayıp, bu hakkı destekleyici önlemler alma yükümlülüğü altında olduklarını ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin taraf olduğu bu uluslararası sözleşmeler karşısında, iç hukuktaki düzenlemelerin yetersizliği açıktır. Özellikle Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ni 2003’te onaylamasına rağmen, sözleşmenin 27. maddesine çekince koyması, anadil haklarına yönelik sistematik direnci göstermektedir. Benzer şekilde, Türkiye Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 13/4. maddesine ve Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 29. ve 30. maddelerine de çekince koyarak, dilsel haklar ile eğitimde anadilin kullanılmasını öngören hükümleri geçersiz kılmaya çalışmıştır.
Daha da çarpıcı olanı, Türkiye’nin azınlık haklarına ilişkin en kapsamlı uluslararası düzenleme olan “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmeyi henüz imzalamamış olmasıdır. 1995’te Avrupa Konseyi çerçevesinde kabul edilen bu sözleşme, azınlıkların kültürel, dilsel ve eğitim haklarını güvence altına alan ilk bağlayıcı çok taraflı uluslararası enstrümandır. Benzer şekilde, Türkiye 1992’de imzaya açılan “Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı”nı da imzalamamıştır.
Özellikle 2012 yılında başlatılan “seçmeli ders” uygulaması, klasik bir tokenizm örneği olarak sorunun özünü kavramaktan uzak, anadil meselesinde statükoyu değiştirmemiştir. Haftada sadece 2 saat ve yalnızca 5, 6, 7 ve 8. sınıflarda okutulan bu dersler, anadil hakkının bireysel bir tercih meselesi olarak sunulmasına neden olurken yapısal sorunları gözden kaçırmaktadır. Okul idarecilerinin ebeveynleri Kürtçe yerine “daha faydalı” dersler seçmeleri için yönlendirmeleri, ders formlarında Kürtçe’yi görünmez kılmaları, talep karşısında atanan öğretmen eksikliği ve ders seçimlerinde Kürtçe’nin talep edilmediği söylemi, bu düzenlemenin anadil hakkına gerçek anlamda cevap vermek yerine, toplumsal talepleri susturmaya yönelik bir ilüzyon olduğunu göstermektedir.
Sosyo-Politik Saha Araştırmaları Merkezinin Temmuz 2025’te gerçekleştirdiği kapsamlı araştırma, Türkiye’de Kürtçe konuşan toplulukların %97,9’unun okulların tüm kademelerinde Kürtçe eğitim talep ettiğini ortaya koymuştur. Bu ezici oran, sorunun “talep eksikliği” değil, siyasi irade eksikliği olduğunu gözler önüne sermektedir.
Anadil hakkının meşruiyeti, yazılı hukuki düzenlemelerin ötesinde, insan doğasının kendisine içkin evrensel ilkelere dayanmaktadır. Dil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda düşüncenin şekillenmesi ve kimlik inşasının temel unsurudur. Bu nedenle anadilde eğitim alma hakkı, herhangi bir devlet iradesine bağımlı olmaksızın, insanlık onurunun doğal bir gereğidir.
Anadil hakkının reddi, Kürtçe konuşan yurttaşların kamusal alandan sistematik dışlanması, devlet karşısında ikincil konuma indirgenmeleri anlamına gelmektedir. Bu durum, kültürel hakların sistematik inkârı ve asimilasyonist politikaların devamlılığı anlamına gelirken, eşit yurttaşlık ilkesinin çiğnenmesine de yol açmaktadır.
Kürt meselesinin kalıcı çözümü, Kürt kimliğinin tanınması ve bu tanınmanın en somut göstergesi olan Kürtçenin resmi statü kazanmasıyla mümkün olacaktır. Demokratik toplumun inşası, farklı kimlik ve dillerin eşit temsili üzerine kurulmalıdır. Bu nedenle, ÖHD’nin başlattığı imza kampanyasına destek vermek, hukuki ve ahlaki bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kampanya, Türkiye’nin çok kültürlü gerçekliğini kucaklayan, insan haklarına saygılı ve demokratik değerleri hayata geçiren bir gelecek için atılmış kritik bir adımdır. Artık zamanı gelmiştir: Türkiye, yüz yıllık tek dilli hegemonyanın ötesine geçerek, çok dilli demokratik toplum modeline doğru kararlı adımlar atmalıdır.
ÖHD’nin sadece hukukçuların imzasına açtığı kampanyayı desteklemek için aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz.
*ÖHD üyesi avukat