Muğla’da gerçekleştirilen “Toprağımızı vermiyoruz” mitingine coşkulu, kitlesel bir katılım sağlandı. Mitinge CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Muğla Büyükşehir Belediye Başkanı, DEM Parti, TİP, EMEP, SOL Parti gibi siyasi partiler ve KESK gibi demokratik kitle örgütleri ve çevre örgütleri de destek verdiler.
Mitinge katılanlar, 7554 sayılı Torba Yasa’ya ile maden çıkartılabilmesi için binlerce zeytin ağacının kesilmesine karşı çıkarken, aslında hava, su ve toprak gibi müştereklerimize de sahip çıktıklarını ortaya koydular.
Sadece çevreci değil, aynı zamanda demokratik
Aslında eylem sadece doğaya sahip çıkmakla sınırlı değil, aynı zamanda demokrasiyi savunmakla da ilgiliydi. Çevreci bir eylem gibi görünse de bu eylem, rejimin seçimli bir otokrasiden açık bir diktatörlüğe doğru ilerlediği bir konjonktürde bunu durdurabilecek bir “demokrasi cephesinin” ya da eski jargonla “faşizme karşı birleşik cephenin” oluşturulması anlamında son derece önemli bir eylem olarak görülmelidir. Çünkü bu eylemde gençler, kadınlar, köylüler ve işçiler hep birlikte yer aldılar.
Rejimin adını doğru koymak gerekiyor!
Bugün artık Türkiye’deki rejimi “neo-liberal otoriterlik” olarak tanımlamak, özellikle de muhalefete karşı 19 Mart’tan bu yana devam eden operasyonlardan sonra, yeterli değil. Bu nedenle de rejimi “seçimli-seçimsiz otokrasi” ve/veya “yeni faşizm/geç faşizm” gibi bir açık diktatörlük olarak adlandırmak daha doğru olabilir.
Eğer karşı karşıya olduğumuz şey bir sıradan otoriterlik değil de açık bir diktatörlükse başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik ve politik örgütleri olmak üzere, rejimle çelişkisi olan her sınıf, her kesim ve her bireyin bu olgu ile nasıl mücadele edeceği ve bunun yöntemlerinin neler olabileceği üzerinde yeniden düşünmesi ve buna göre yeni örgütlenme biçimleri arayışı içinde olması gerekiyor.
İşçi sendikalarına düşen görev
Gördüğümüz kadarıyla bu mitinge kamu emekçilerinin örgütü olan KESK dışında özel sektörde örgütlü sendikalar katılmadı. Bu nedenle, açık diktatörlüğe etkili bir şekilde karşı koyma konusunda işçi sendikalarına düşen önemli görevler olduğunu hatırlatmak gerekiyor.
İşçi sendikaları ekonomik mücadelelerindeki özerkliklerinden taviz vermeksizin, toplumun diğer kesimleriyle sürdürülebilir koalisyonlar kurarak ekonomik, ekolojik ve siyasi talepleri birbirine bağlayabilir ve böylece mücadeleye öncülük edebilir. Hayatı durduracak grevler, iş bırakmaları ve genel grev gibi eylemlerle yoksul köylülere verebilecekleri bir destek hem iktidarı hem de toprağımıza, ormanlarımıza ve su kaynaklarına saldıran yerli ve yabancı sermayeyi durdurabilir.
Toplumsal Hareket Sendikacılığı
Hatta böyle bir strateji aynı zamanda işyerindeki sorunlarla ülke genelindeki demokratik gerileme arasında yeni bir köprü kurabilir ve tıpkı Tunus veya Mısır’daki demokratikleşme mücadelelerinde görüldüğü gibi, potansiyel bir toplumsal hareket sendikacılığının da önünü açabilir.
Bu çerçevede işçi sendikalarının günlük sendikal meselelerle daha geniş sosyal ve siyasal meseleler arasında net bağlar kurması gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için, merkez sol (hatta liberal sağ partiler), sosyal demokrat ve sosyalist partiler ve hareketler, demokratik kitle örgütleri ve sivil toplum örgütleri ile olan iş birliği yenilenmeli, böyle iş birliği yoksa derhal oluşturulmalıdır.
Sonuç olarak
Kapalı ya da açık diktatörlüğün konsolidasyonunu önlemek acil bir gerekliliktir. Ekonominin farklı sektörlerindeki işçi örgütleri, toplumsal hareketlerle sıkı bir iş birliği içinde çalışarak, ihtiyacımız olan en geniş demokrasi cephesini oluşturmaya yardımcı olmalı ve aynı zamanda böyle bir cephe içinde neo-liberalizm karşıtı bir öncü oluşum yaratmalıdır.
Böyle bir oluşum, sadece müzakerelerle (yaklaşan asgari ücret müzakereleri ve bütçe süreci gibi) ilgili çalışmalarda değil, aynı zamanda kitlesel doğrudan eylemlerde ve seçim kampanyalarında da öncülük edebilir ve iletişim kuramadığımız milyonlarca insanı da kapsamasını sağlayabilir.
Özetle, geçen yüzyılda olduğu gibi faşizm ile mücadelede reformistlerin düştüğü hataya düşmemek gerekiyor. Çünkü o dönemin reformist partilerine göre, “işçi sınıfı faşizmle kavga etmek işini üstlenmemelidir zira başarısız kalır. Kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce beklemeli, burjuva sınıf egemenliğinin kaplan ve aslanlarını provoke etmemelidir. Sabırla, demokratça yol ve reformlarla ne kazanacağını hesaplamalıdır”.
CHP’nin şu an ki görüntüsü, taktir edilecek bir tarzda, kenara çekilmek ve seyretmek biçiminde değildir. Çünkü ülke genelinde 60’a yakın kitlesel miting düzenleyerek bu kavgayı sürdürmeye çalışıyor.
Ancak bu mücadelede CHP’yi yalnız bırakmamak için başta işçi sendikaları olmak üzere tüm ekonomik- demokratik sınıf ve kitle örgütlerinin ve DEM gibi siyasal partilerin bu mücadeleye daha açık ve daha aktif olarak katılması da gerekiyor. Çünkü bu artık herkesi ilgilendiren bir demokrasi mücadelesidir. Bu sağlandığında kötü gidişatı tersine çevirmek mümkün olabileceği gibi sadece demokratikleşme değil de kalıcı bir barış da sağlanabilecektir.