Kürt Meselesinin çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesini hedefleyen Barış ve Demokratik Toplum Süreci’nin yöntemi demokratik müzakere, epistemolojisi demokratik entegrasyon, ontolojisi ise bütüncül hukuktur.
Hukuk denince genelde teknik anlamda, dar, yasalarla çevrelenmiş, içtihatları gören bir tanım ve yaklaşım akla gelir. Dar anlamda hukuk, kanunlar açısından mevcut düzenlemelerin yeniden ele alınması veya komple yenilenmesini önceler. Bu tür değişiklikler, kurucu değil düzenleyici niteliktedir.
Oysa “bütüncül hukuk” kavramındaki hukuk geniş anlamda kullanılmaktadır. Geniş anlamda hukuk iki ya da daha fazla kolektif siyasal öznenin karşılıklı ilişkilerinin belirlenmesi, egemenlik dahil ortak nosyonların kaderinin demokratik müzakereyle şekillenmesi ve nihayetinde demokratik entegrasyonu sağlayan bir politik koordinata işaret etmesidir.
Walter Benjamin “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı makalesinde hukuku şiddet dolayımıyla düşünür ve şiddetin iki tür hukuku ortaya çıkardığını ifade eder: Hukuk kurucu ve hukuku koruyucu… Geçmişte yaşanan siyasal olaylar silsilesi içerisinde düşündüğümüzde burada ortaya çıkan geniş anlamdaki hukuk olarak bütüncül hukuk, kurucu bir vasfa sahiptir. Her şeyin yeniden tanımlandığı bir momente işaret eder.
Bu kurucu vasıf demokratik uygarlık güçlerinin mücadelesiyle kazanılan evrensel hakların, “piyasa dışı” kalan öğretilerin ve “tarih dışı görülen ama tarihin kendisi olan” bilgeliklerin bilgisini de içerisinde taşır. Böylece yerel ile evrensel olan, tikel ile tümel olan gibi ayrımlara dayanan düalistik tuzaklara girmeden karakter kazanır.
Kurucu hukuk, var olan temel egemenlik kiplerinin ve resmî ideolojinin iptal edilerek toplum-yurttaş-devlet arasındaki çoklu ilişkilerin yeniden düzenlenmesini sağlar. Dolayısıyla bütüncül hukuk yeni bir siyasal aklın ortaya çıkması ve yeni bir siyasal düzenin temellerinin atılması demektir.
Bütüncül hukuk, sadece hukukun geniş yorumu veya kurucu hukuk momenti üzerinden kavranırsa eksik kalır. Bütüncül hukuk aynı zamanda kolektif siyasal öznelerin kendi aralarında ve/ya kendi içlerinde kurabileceği her türlü tahakküm ve sömürü biçimine karşı demokratik bariyerler inşa etme, hayatın her alanında (yeniden ve yeniden üretilen) iktidar ilişkilerine karşı demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü müdahalelerde bulunma kapasitesini ortaya çıkarmadır.
Hukuk esasında bu yönüyle bütüncül hale gelir. Sadece makro egemenlik ilişkilerini düzenlemeyi değil, mikro iktidar ilişkilerine müdahale etmeyi de kapsar. Böylece kapitalist hukuk veya sömürü hukukundan ayrışarak alternatif demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir hukuk içeriğine de ulaşır. Kapitalist hukukun temel ilkesi olan iktidarın üretimi ve egemenlere hizmet etmesini sağlamayı ortadan kaldırarak tam aksi bir istikamette hukuku tanımlar. Hukuk her türlü tahakküm, sömürü ve zorbalığa karşı durma karakteri, kapsamı ve sigortası haline gelir.
Bütüncül hukuk, ana akım kapitalist hukuk bilgisinin sınırlarını ihlal ederek onu iptal eder. Yaşama getirdiği şey sadece norm koymak ve cezalandırma arasında bir salınım değil; eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir yaşamın ölçülerini belirlemektir. Bu kapsamda bütüncül hukuk her türlü kanun kategorisini yeniden ele alarak demokratikleştirir, eşitlikçileştirir, özgürlükçü hale getirir.
Bütüncül hukuk Kürt meselesinin çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için ontolojik zemin sunar ve çözümün önemli düzlemlerinden birini oluşturur. Halkların demokratik yaşamını kurabilir ve rejimin demokratikleşmesini sağlayabilir.
Bu hukukun inşasıyla birlikte Türk-Kürt ikiliğini aşan, çok kimlikli-inançlı bir çözümün mimarisi ortaya çıkabilir. Kolektif siyasal özneler açısından önemi, denklemi farklı inançlar ve kimliklerin tümünü kapsayarak kurmasıyla belirginleşir. Bu bağlamda, elli yıllık çatışmanın sonucu olarak sadece Türk ve Kürt misakını değil, herkesi kapsayan toplumsal barış misakını gündeme getirir ve eşit yurttaşlığı merkeze alır. Dolayısıyla bütüncül hukuk sadece Kürtler için değil, yüz yıllık Cumhuriyet boyunca yok sayılan, inkâr edilen ve emeğine el konan tüm sınıfsal, kimliksel ve inançsal toplulukların bir arada adil yaşama imkânının yaratılmasıdır.
Bu yönüyle yeni bir siyasal aklın ete kemiğe bürünmesi ve yeni bir siyasal düzenin inşası mümkün hale gelir. Bu akıl ve düzende teklik değil çokluk, imtiyaz değil eşitlik, yapısal adaletsizlik değil adaletin sürekli yeniden tesisi, diktanın değil müzakerenin esas alınması temel ilkeler haline gelir.
Bu sebeplerle bütüncül hukuku, barış ve demokratik toplum inşasının ontolojik düzlemi olarak kabul etmek; demokratik entegrasyonla birlikte düşünmek ve belli bir kavramsal evren içerisinde anlamlandırmak gerekir. Bu gereklilik sadece entelektüel bir faaliyetin değil, aynı zamanda reel-politik ihtiyaçların sonucudur.