Bir yıl kadar önce yayınlanan iki yazıyla, havacılıkta ölçülmesi mümkün olan Kaza Potansiyeli kavramından söz ederek “felaket tellallığı” yapmış ve şöyle yazmıştık:
“…Havacılığımızın Kaza Potansiyeli, aşırı şişirilen bir balonun, dikenli teller üzerinde salına salına uçuşunu hatırlatıyor!”
Aradan geçen sürede bu potansiyel, artış gösterdi, onlarca yer kazası ve hava olayıyla daha da görünür oldu. Ama yetkili ve sorumlu olanlarda ne yazık ki yaprak kımıldamadı. Yanılmış olmayı dilerdim, ancak ne yazık ki aşırı şişirilen balon, önce Gürcistan üzerinde sonra Hırvatistan’da dikenlere takıldı! Biri Hava Kuvvetlerinin C-130 nakliye, diğeri orman Genel müdürlüğüne bağlı AT 802 (Air Traktör) uçaklarında 21 insanımız yaşamını yitirdi.
Bir ülkede anayasa ve yasalar siyasi iktidarın tercihlerine göre işliyorsa, yolsuzluklar, rüşvet her alanda almış başını gidiyorsa, sağlıktan eğitime, üniversiteler, kurumlar çökmüş, denetim mekanizmaları işlevini yitirmiş, mafya iktidar ortağı olmuş, savcısı, polisi, jandarması uyuşturucu ve insan kaçakçılığıyla anılıyorsa ve adalet yerlerde sürünüyorsa o ülkenin trafik kazalarında, katliam gibi çevre felaketleri ve iş cinayetlerinde ve elbette ki havacılıkta üst sıralarda olması kaçınılmazdır.
Geçen hafta yanarak ölen 2’si çocuk 6 kadın işçinin çalıştığı “iş yerine” dair Cumhurbaşkanlığına kadar şikayetlerin yapıldığı ancak denetim mekanizmalarının çalışmadığı anlaşıldı. Onların ardından 16 yaşındaki çocuk işçinin Milli Eğitim Bakanlığının MESEM programıyla inşaatta çalışırken katledildiği düşünüldüğünde, peş peşe düşen iki uçağın devlete bağlı kurumlara ait olması tesadüf değil!
Gürcistan’da havada parçalanarak yere düşen uçağın hemen ardından devlet kurumlarından gelen açıklamalar, gerçeklerin ortaya çıkacağı endişesinin ürünüdür. Daha enkaza, cenazelere, kara kutuya ulaşılmadan devlet ricalinin, MSB dışında olaya dair yapılacak konuşmaları “provakatif” ilan etmesi, RTÜK’ün peş peşe uyarılar yapması neyin telaşıdır? Özellikle, havada parçalanarak yere düşen bir uçak için ilk akla gelecek vurulma olasılığının yok saymaya çalışılması “demek ki vuruldu” kanısını güçlendirmiyor mu?
Üstelik bu konuda devlet dilinin sabıkaları da saymakla bitmez: Ege denizi üzerinde 1996 yılında düşen F-16’dan sağ kurtulan Pilot Osman Çiçekli’nin Yunan uçağı tarafından vurulduklarını söylemesine rağmen üstünün örtüldüğü, hatta uçakla beraber denizin dibinde yatan Yüzbaşı Nail Erdoğan’ın cenazesinin hâlâ çıkarılmadığı hafızalarımızdadır.
Diyarbakır’da inişe gelirken son yaklaşmada paraşütle atlayan pilotun “vuruldum” dediği görüntülerin silinmesi ve kazanın teknik bir arızaya bağlanması da öyle. Yine, Dersim yakınlarında düşen helikopterin daha enkazına ulaşılmadan dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun “Dış etken söz konusu değil!” dediği ve daha sonra vuruluşuna dair görüntülerin yayınlanması da örneklerden biridir.
Bütün bunlar, havada 3 parçaya ayrılan C-130 uçağına dair gerçeklerin de üstünün örtüleceği kuşkusunu kuvvetlendiriyor. Bedeli ne olursa olsun, ne kadar acı olursa olsun gerçeklerin üstünün örtülmesi, dersler çıkarılmasını, önlemler alınmasını engelleyerek kazaların tekrarlanması ve masum insanların yaşamlarını yitirmesiyle sonuçlanıyor.
Yaşamını yitiren askerlerin ailesine haber vermekle görevli subayların müjde verir gibi “Sen artık şehit babasısın” demesi, ocaklara düşen ateşin yakıcılığını azaltmıyor. Askeri, sivili, işçisiyle insan hayatına değer vermeden yapılan hamaset acıları azaltmıyor, vatan da sağ olmuyor!
Oysa yaşamını yitiren insanlara ve ailelerine karşı en büyük borç gerçeğin ortaya çıkarılması ve tekrarlanmasını engelleyecek önlemlerin alınmasıdır. Kazalardan cinayetlere, iç ve dış ilişkilerden barış sürecine kadar bunun tam tersini yapan, basını susturan, toplumu manipülasyonla, hamasetle yönlendiren bir iktidarla yönetilmekte olmak ise ülkemizin en yalın ve acı gerçeğidir…









