Devlete sevdalı ‘normal’ – ve elbette işbirlikçi – bir yurttaş değilseniz eğer, hele de kadınsanız, vay başınıza neler gelir! İnsan gibi davranmanızın adı ‘sendrom’ olur, erkek dünyasının çok bilmiş psikiyatrlarının elinden yakanızı kurtaramazsınız
Arif Mostarlı
Eskiler ‘Galat-ı Meşhur’ derlermiş, bir şeyin gerçek olmadığı halde zaman içerisinde tekrarlana tekrarlana gerçekmiş gibi algılanması hali. Hakikaten, hayatta böyle şeyler var, özellikle deyimler ve atasözleri alanında pek yaygın.
Şu ‘Stockholm Sendromu’ dedikleri de sanki biraz öyle bir şey. İsveçli kriminolog ve psikiyatrist Nils Bejerot’un 1973’te oraya attığı bu kavram, “bir rehinenin kendisini esir alan kişiyle duygusal bağ kurduğu, sempati ve empati duyduğu psikolojik bir durum”u anlatıyor ama özellikle politik alanda kapsamı daha da genişletilerek kabaca ‘celladına âşık olmak’ gibi bir anlam taşıyor. Bireyler ve topluluklar için özellikle siyasal alanda böyle bir davranış var tabii ki. Ama bu aslında, ‘sendrom’dan çok, tarih bilinci eksikliği ya da yanılsamasına denk düşüyor.
1973’te bir sabah…
Fakat bu tartışma bir yana, kavramın Stockholm ile olan ilişkisi çok şüpheli görünüyor.
Hikâye şöyle: 23 Ağustos 1973 sabahı hapisten kaçan kasa hırsızı Jan Erik Olsson, Stockholm’un Norrmalmstrong Meydanı’ndaki Szeriges Kreditbanken’e girdi. Olsson, makineli tüfeğiyle tavana ateş ederek bunun bir soygun olduğunu duyurdu ve “Parti daha yeni başladı!” diye bağırdı. Bu arada, bir polis memurunu yaraladıktan sonra dört banka çalışanını da rehin aldı. Olsson, yüklü miktarda İsveç Kronu, bir kaçış arabasının yanında yine soygunlardan dolayı hapiste olan arkadaşı Clark Olafsson’un serbest bırakılıp bankaya getirilmesini talep etti.
Polis bunu kabul etti ve parayı, efsane bir gangster olan Olafsson’u, deposu dolu bir Mustang’ı paşa paşa getirip teslim etti; ancak rehinelerle birlikte bankadan çıkma isteklerini kesinlikle reddetti. Böylece 6 gün sürecek olan gergin bir bekleyiş başlamış oldu.
Artık süreci Olafsson yönetiyordu ve sığındıkları kasa dairesinde geçen bu 6 günde ‘tuhaf’ bir şey oldu. Rehine Kristin Enmark üşüdüğünde omuzlarına bir yün ceket verildi, Olafsson kötü rüya gördüğünde onu sakinleştirdi ve hatıra olarak silahından bir kurşun verdi. Brigitta Lundbald’ın telefonla ailesini aramasına yardımcı olundu, klostrofobiden şikâyet eden Elisabeth Oldgren’in kasadan çıkarak dolaşmasına izin verildi. Bir süre sonra, rehinelerle iki soyguncu arasında bir empati gelişirken özellikle kadınlar onlardan ziyade, polisten korkmaya başladılar.
Öyle ki, Kristin Enmark, dönemin İsveç Başbakanı Olof Palme’yi bizzat arayarak soyguncuların, kendileriyle birlikte çıkışına izin vermesi için yalvardı. Palme’ye “Bize harika davrandılar. Ama biliyorsun Olof, benim korktuğum şey polisin saldırıp bizi öldürmesi” dedi ve Palme’den “Görev başında ölmenin önemi” üzerine kaskatı bir nutuk dinledi. Bu arada kasa dairesini dinleyen polisin kayıtlarına göre içeridekiler umutlar, hayaller, felsefe ve hayatın anlamı üzerine keyifli tartışmalar yapıyor, en son hangi kitapları okuduklarını filan konuşuyorlardı. Dama ve poker oynamadıkları zamanlarda! Herhangi bir şiddet ya da taciz vakası için ise tek kanıt yoktu.
Polis operasyonu
Nihayet 28 Ağustos gecesi, polis kasa bölümüne göz yaşartıcı gaz sıktı ve soyguncular hızla teslim oldu. Polis önce rehinelerin dışarı çıkmalarını istedi, ancak dört rehine de bunu reddetti. Enmark “Hayır önce Jan ve Clark gidecek, eğer önce biz çıkarsak onları öldüreceksiniz” diye bağırdı. Mahzendeki kasanın kapısında hükümlüler ve rehineler kucaklaştılar, öpüştüler ve el sıkıştılar. Polis soyguncuları götürürken kadınlar, “Onlara zarar vermeyin, bize zarar vermediler” diye bağırıyor, bacağından vurulan Enmark sedyeyle götürülürken Olofsson’a, “Clark seni tekrar göreceğim” diye sesleniyordu.
İş bu kadarla da kalmadı. Olofsson ve Olsson hapse atıldıktan sonra, rehineler onları cezaevinde rutin olarak ziyaret ettiler. Adil yargılanmaları için çaba sarf ettiler ve onları suçlayan ifade vermeyi da reddettiler. Kristin Enmark İsveç Radyosu’na konuşurken, “Tüm değerlerinizin, tüm etik anlayışınızın değiştiği bir durum” demişti.
Esasında bir polis görevlisi olan ve 6 gün boyunca polisi saldırması için kışkırtan Nils Bejerot’un ‘sendrom’ icadı da tam bu zamana denk geldi işte. Ortada ‘normal’ dışı bir durum varsa o zaman bu bir hastalık olmalıydı! Ancak bu ‘teşhis’, dillerde çok dolansa da hiçbir zaman ciddi bir psikiyatri kavramı filan olmadı. O günlerde ‘beyin yıkama’ saçmalığı revaçtaydı ve kadınların sanki büyülenmiş gibi davrandıkları düşünülüyordu. Ancak psikiyatristler daha sonra bu düşünceyi reddettiler. “Stockholm Sendromu: Psikiyatrik Tanı mı, Şehir Efsanesi mi?” adlı bilimsel makalenin yazarı Christoffer Rahm, bunun “psikiyatrik bir teşhis olmadığını”, verilerle desteklenmediğini söylüyordu.
Bir ‘sendrom’ yaratmak
Aslında olan şey, İsveç’in burjuva dünyasının insani bir ilişkiden duyduğu hazımsızlıktan ibaretti. Bu algıyı güçlendirmek için çıkarılan Enmark ile Olofsson aşkı haberleri de yalandı. Kasa dairesinde hiç böyle bir ilişki olmamıştı. Stockholm Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet çalışmaları profesörü olan Cecilia Ase olayın “çok cinselleştirilmiş bir boyutta yorumlandığını” belirterek, “Bu kadınların psikiyatrik sorunları olduğuna veya böyle bir sendroma sahip olduklarına dair hiçbir işaret yok. Stockholm Sendromu, kadınların bu durumda rasyonel davrandıkları gerçeğini hesaba katmamak için sıfırdan yaratıldı” diyordu.
İlginçtir ki bu teori, mesela 1970’te Japon Kızıl Ordu Fraksiyonu uçak kaçırdığında akla gelmemişti. İnançlarını ayrıntılı bir şekilde yolculara anlatan eylemciler, “verdikleri rahatsızlıktan” dolayı çok özür dilediler. Yolcuların çoğu, onlarla kadeh kaldırdı, uçaktan inerken iyi şanslar diledi ve hayat tavsiyeleri verdi ama kimse bir sendromdan söz etmedi. Oysa 1973’te kadınların suçlulara âşık olmaya eğilimli olduğu fikri hemen alıcı bulabildi.
‘Aşk’ söz konusu olsaydı bile, bir polise değil de bir soyguncuya âşık olmanın ne mahzuru olduğu sorusu bir yana, aslında sendrom uydurucuların asıl derdi, tamamen insani duygularla hareket eden genç kadınların (her ‘dürüst’ yurttaş gibi!) polise yardımcı olmak yerine katledilme tehlikesi altındaki genç insanlara yardımcı olmalarının mahkum edilmesi ve bu arada kadınların “zaten zayıf yaratıklar” olduğunun altının çizilmesiydi.
Elisabeth Oldgren, “Benim bir sorunum mu var?” diye soruyordu psikiyatristine. “Neden onlardan nefret etmiyorum?”
Evet, bir sorun vardı gerçekten. İnsan olmak!
Günlerdir Google’da deli gibi aradığım halde kaynağını bulamadım ama şu haberi okuduğumu gayet iyi hatırlıyorum. Yapılan bir araştırmada, 60’lar ve 70’lerde pek sık olan uçak kaçırma vakalarından sonra evli rehine kadınların çoğunun eşlerinden boşandıkları anlatılıyordu. Sebep ise eşleri olan erkeklerin stres altında korkakça ve yılışıkça davranmalarıydı…
Sendrom gibi sendrom bu işte bak! Ben icat ettim şimdi: Tırsak erkek sendromu!
Bilim dünyasına hayırlı olsun!









