“Devlet bir tasmadır ki, amacı et obur bir hayvan olan insanı zararsız hale getirmek ve onu bir ot obur gibi davranmaya zorlamaktır”
Arthur Schopenhaeur
Parlamento ‘konuşulan yer” demekse, bir meclis komisyonu neden ‘kapalı oturum’ yapar? Milletvekilleri kapalı kapılar ardında iş çevirsinler diye mi seçilip oraya gönderiliyorlar? Bir avukat, müvekkilinden habersiz gizli-kapaklı şeyler yapmaya tevessül edebilir mi? Adı ‘kardeşlik, dayanışma, demokrasi’ olan bir komisyon gizli oturumu nasıl gerekçelendirebilir, meşrulaştırabilir, kabullendirebilir? Neden ‘kapalı oturuma’ ihtiyaç duyuluyor? Halkın duymasını, bilmesini istemedikleri şeyleri kotarmak için değil mi? Demek ki, halkın bazı şeyleri duymaması, bilmemesi “ulusal çıkarın” bir gereği… Kapalı oturumun ve ‘örtülü ödeneğin’, devletin yüksek çıkarlarının (réison d’état) bir gereği olduğunu söylüyorlar… Demek ki devletin iki türlü çıkarı var: ‘’halkın bilmemesi gereken’’ yüksek çıkarlar, bir de halkın bilmesinde sakınca olmayan “alçak çıkarlar”… Bir devletin halkından gizleyecek ne olabilir?
Neden ‘örtülü ödenek’ diye bir şey var? “Örtülü ödenek”, raison d’État’ nın bir gereğidir ve Fransızca bir kavram olan raison d’État, Türkçe’ye devlet aklı veya hikmet-i hükümet şeklinde tercüme edilebilir. Raison d’Etat, “devletin yüksek çıkarları” gerekçesiyle kendi yasallığının dışına çıkması, yasa dışı, ahlâk dışı, insanlık suçu kategorisine giren “örtülü”, karanlık işler yapması demektir. Aslında raison d’état’nın varlığı demek, devletin suç üstü yakalanması, kendini ele vermesidir ama rejimin tabularından biri olduğu için, maalesef tartışma konusu yapılmıyor. Dolayısıyla olağan, dahası “gerekli bir şey” sayılıyor. Türkiye bakımından ilave bir sorun daha var: Türkiye’de kutsal devlet geleneğinin geçerli oluşu, “karanlık işler”, ‘örtülü işler’ yapmayı kolaylaştırıyor.
Bizde örtülü ödenek uygulaması, 1927 tarih ve 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanununa dayanıyor. Söz konusu kanunun 24’üncü maddesi şöyle: “Örtülü ödenek; kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile Devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ve olağanüstü hizmetlerle ilgili hükümet icapları için kullanılmak üzere Başbakanlık bütçesine konulan ödenektir”… Aslında 24.üncü maddede ifade edilen “kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri” zaten MİT, Polis İstihbaratı ve diğer devlet kurumları tarafından yapılıyorken, böyle bir kanuna ve uygulamaya neden ihtiyaç duyulduğu tartışma konusu yapılmıyor! Örtülü ödenek demek, yasa dışı, ahlâk dışı, karanlık işler yapılacağının ilânıdır. Bununla devlet kendi yasallığının dışına çıkacağını ilân etmiş oluyor. Örtülü ödenek, devlet yetkilileri tarafından işlenen suç fiillerinin, karanlık işlerin, komplo, provokasyon, siyasi cinayetlerin, vb. finansmanı için, bir de başbakanın (şimdilerde cumhurbaşkanının) “gerekli gördüğü” başka amaçlar için kullanılıyor. Fakat o “başka işlerin” ne olduğu, ödeneğin nelere harcandığı hiçbir zaman bilinmiyor… Kanunda “devletin yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri” deniyor. Acaba gizli kapaklı, gayri kanunî, karanlık işler yapılmadan da ‘devletin yüksek menfaatlerini gerçekleştirmenin, itibarını artırmanın başka bir yolu yok mudur? Eğer öyleyse bu devletin yüksek çıkarlarıyla halkın yüksek olmayan çıkarlarının çeliştiği demeye gelmez mi? Türkiye’de neden bu kadar kolay siyasi cinayet işleniyor, neden bu kadar çok “faili meçhul” katliamlar yapılabiliyor sanıyorsunuz? Sadece bu yılın Ekim ayında örtülü ödenek harcaması 3,7 milyar TL, 2025 Ocak-Ekim döneminde de 12,5 milyar TL harcanmış… Yıl sonunda da 15 milyar TL’yi aşacağı anlaşılıyor… Yurttaşın en kısa tanımı ‘verdiği verginin hesabını sorabilmesidir’…
Sadede gelirsek “çözüm süreci” denilenle kim neyi amaçlıyor? Veya kimin için ne anlama geliyor? Dinci-ırkçı iktidar koalisyonu Kürt sorunu diye bir şeyin varlığını kabul etmiyor. Onlar “terörsüz Türkiye” diyorlar… Eğer Kürt sorunu yoksa, murad edilen nedir? Yüzyıllık devasa bir sorun yok sayılarak, adıyla çağrılmayarak onunla nasıl yüzleşilir? Bu rejimin defterinde özgürlük, eşitlik, demokrasi, barış kavramlarına yer yoktur! Amaç, giderek halk desteğini kaybeden, meşruiyetini yitirmiş iktidarın, “Terörsüz Türkiye” söylemiyle, bir ‘meşruiyet’ devşirmek ,dinci faşist rejimi kalıcılaştırmak…
Eğer sorun çözmek gibi samimi, halisane kaygılar söz konusu olsaydı, işe bazı yol temizliğiyle başlanırdı… Mesela, Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman… başta olmak üzere gayri hukukî, gayri ahlâkî bir şekilde rehin tutulanlar, hapisteki belediye başkanları ve çalışanları, gazeteciler, Selçuk Kozağaçlı gibi infazları dolduğu halde tahliye edilmeyenler, hasta tutsaklar derhal serbest bırakılır, kayyım uygulamasına son verilir, basın (medya) üzerindeki baskı durdurulurdu…
Bu rejimden çözüm beklemek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır… Hiçbir kurala, asgarî hukuka, ahlakî değere itibar etmeyen, etik değerlere külliyen yabancılaşmış bir rejimle yapılan pazarlığın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir? Boşuna “kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir”, “her söz her ağıza yakışmaz” denmemiştir… Bu iktidarla pazarlığın bir karşılığı yok ama bu iktidardan kurtulmak gayet mümkün… Bunun için ortak muhalefeti, halk cephesini güçlendirmek… Faşizm yerleştiğinde hangi barıştan, haklardan, özgürlüklerden, demokrasiden söz edilecek…









