Bazı konuları yazmak zordur. Ne yazarsan eksik kalır, hislerini tam anlatamaz. Dilan Karaman hakkında çok şey yazıldı. Gerçek ne, tam olarak bilmiyoruz. Herkes kendi gerçeğini Dilan’ın gerçeği gibi anlatıyor. Ama benim için zor olan kadın özgürlük mücadelemizin içinde olan bir kadının, sorunlara çözüm üretmesi gerekirken çözümsüz kalmış olmasıdır.
Ben Dilan ile birlikte çalışmadım ama mektup arkadaşlığımız vardı. Vanlı bir ailenin 10. çocuğuyum demişti. Vesikalık bir fotoğrafını da göndermişti. Ama cezaevi idaresi vesikalık fotoğrafı sakıncalı gördüğünden vermedi. Mektubunda şöyle yazmıştı “Mücadelenin içinde olmak, parçası olmak bu karanlığın içinde doğruya giden yolu aydınlatıyor.” Şimdi bu aydınlık yolda neden yolunu kaybetti acaba? Yine İstanbul’da ortaokula giderken ilk oyunu okuma-yazma bilmeyen annesi yerine bana verdiğini yazmış ve “sen benim için, bana çocuk yaşımda kendime dair kötü gösterilmeye çalışılan hiçbir şeyin kötü olmadığının resmiydin, hep de öyle kalacaksın” demişti. Dilan’ın intihar ettiğini duyduğumda çok şaşırdım. Ve mektupta yazdıklarını hatırladım. Ve benim görüşümü almak üzere gönderdiği yazıyı, Dilan’ın anısına sizinle paylaşmak istedim.
Yazısının başlığı: “Çocuk yalnızca kadının değil, komünün çocuğudur.”
Dilan’ı saygıyla anıyorum.
Çocuk yalnızca kadının değil, komünün çocuğudur. Modern anneler, tarihin hiçbir döneminde hiçbir kadının olmadığı kadar yalnız. Özellikle çalışan kadın için çocuk bakmak adeta bir kabus haline gelmiş durumda. Gittikçe küçülen, geniş aileden uzaklaşan, toplumsallığını yitiren bireyci ailenin bütün yükü, yine kadının omzunda. Çalışan kadın eve geldiğinde ev işlerini hala kendi sorumluluğu olarak görmeyen erkekle, şanslıysa eğer “destek” boyutunda ortaklaşabiliyor. Ancak bu da yeterli olmuyor.
Çünkü erkek, “destek veren” bir konumda olsa da çoğu zaman bu desteğini bahane ederek kendi çocuğundan kaçıyor. Ortada doğumdan itibaren yalnız, ne yapacağını bilemeyen, kapitalist çalışma düzeni ile kapitalist aile düzeni arasında sıkışmış, yıpranmış bir kadın kalıyor.
Bugün, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından “komşu anne” çalışması yapılıyor. Bu hem kreşlere bir alternatif, hem de kadına istihdam alanı olarak sunuluyor önümüze. Ancak günün sonunda yine bir kadın, istihdam kisvesiyle kendine biçilen rollere ve eve hapsedilmiş oluyor. Komün kelimesi “siyaset içi” değerlendirilse bile, aslında gündelik yaşamın, nefes almanın en basit ve hızlı yöntemlerinden biri. Ve komün, bugün yalnız annenin de kurtarıcısı.
Peki ya nedir bu komün?
Komün, en basit tanımıyla insanların bir arada, ortak yaşam, ortak sorumluluk ve ortak üretim temelinde örgütlendikleri topluluk biçimidir. Daha hayatın içinden bir örnekle anlatmak gerekirse, doğduğumuz andan itibaren gördüğümüz ilk komün, bir “hewşe” içinde birlikte yaşayan aileler ve birlikte büyüyen çocuklardır.
Eskiden çocuk büyütmek bireysel bir sorumluluk değil, topluluğun paylaştığı bir işti. Aile büyükleri, akrabalar, komşular ve köyün diğer insanları çocuğun bakımına katkı sunardı. Baba, zaman zaman çocuğu yanına alarak tüm toplumla beraber annenin kim olduğunu hatırlayacağı, nefes alabileceği kısa zamanlar yaratırdı. Zaman zaman çocuğu bir başkası giydirir, yemeğini bir başkası yedirirdi. Çocuk anneye ait değil, bütün bir topluluğa aitti.
Annenin lohusalığı yalnız değildi, bebeğin ilk hastalığı bir kriz sebebi değildi. Bugün çekirdek aile modeline sıkışmış modern anneler için tablo tamamen farklı. Kadın hem ücretli işte çalışıyor hem de evin içinde ikinci bir mesai yapıyor. Kreşlerin yetersizliği, bakım emeğinin kamusal bir sorumluluk olarak görülmemesi, kadınların omzundaki yükü ağırlaştırıyor. Çocuk büyütmek, toplumsal dayanışmanın çözülmesiyle bireysel bir soruna indirgeniyor. Anne otobüse bindiğinde çocuğu ağlasa bakışlar ona çevriliyor, uçakta bebek ağlasa herkes öfkeleniyor, sokakta çocuk ses yapsa şikayetler yağıyor.
Bir kadın, anne olduktan sonra bir çay bahçesinde soluklanırken bile iki kere düşünüyor. Kadın ve çocuk, toplumsal hayatın doğal parçası olmaktan çıkıp kamusal tahammülsüzlüğün hedefi haline geliyor. Kadın anne olduktan sonra sokağa çıktığında bile mahcubiyet hissediyor, sanki çocuğuyla var olmak bir suçmuş gibi hissettiriliyor. Kapitalist modernite aileyi çekirdek aile modeline sıkıştırarak hem anneleri hem çocukları yalnızlaştırıyor. Çocuğu yalnızca annenin sorumluluğuna indirgemek kadının yaşamsal potansiyelini sömürüyor ve bakımı ücretsiz emek olarak sırtına yüklüyor. Sonuç olarak kadın yorgun, depresif, tükenmiş hale geliyor; çocuk ise toplumsal bağlardan kopuk büyüyor. Bu model, aslında kapitalist modernitenin bilinçli bir tercihi. Çünkü bireyselleşmiş aile, daha kolay yönetilen, daha az örgütlenen ve dayanışma ilişkileri çözülmüş bir topluma yol açıyor.
Bunun karşısında tek panzehir, toplumun yeniden komünleşmesidir. Komün yalnızca ekonomik paylaşım değil, aynı zamanda sosyal yeniden üretimin kolektif örgütlenmesidir.
İnsan dünyayı tanımaya başladığı ilk andan itibaren komün içinde büyümelidir ki aidiyet hissini geliştirebilsin, paylaşmayı öğrenebilsin, örgütlülük bilinci kazanabilsin. Çocuk komün içinde büyüdüğünde, annesinin yalnızlığı da azalır, bakım yükü de hafifler. Annenin ruhsal sağlığı güçlenir, çocuk çok daha zengin bir toplumsal çevrede gelişir ve ruhen zenginleşir.
Geçmişin dayanışma pratiklerini bugünün koşullarında yeniden üretmek, komünal yaşama yüzümüzü dönmenin ilk adımıdır. Bir çocuğun yaşamının ve toplumsallaşmasının hepimizin sorumluluğu olduğunu kabul ederek başlamak, o çocukta en başından komünal bir karakter işlemek anlamına geliyor. Dikkat edin, sosyalist alanda örgütlenip kararlılıkla devam eden birçok kişi, bu bahsettiğimiz model içerisinde büyümesinden bağımsız değerlendirilemeyecek şekilde tahammül seviyesi yüksek, algıları açık, ortak yaşam mayasına sahip karakterlere sahip.
Komünal yaşam, bakımın ve üretimin toplumsallaştırılmasıyla güçlenir. Mahallelerde kurulan ortak kreşler, yalnızca çocukların eşit ve kolektif bir şekilde büyümesini sağlamakla kalmaz; aynı zamanda ebeveynlerin, özellikle de kadınların üzerindeki yükü ortadan kaldırarak toplumsal eşitliği besler. Anneliğin kutsallaştırılarak kadın için adeta bir hapishaneye dönüştürüldüğü algı, ancak çocuğun “anne tekelinden” çıkmasıyla kırılır. Bu kırılma, kapitalist sistemde derin yarıklar açar. Çocuk bakımının, ev içi emeğin, duygusal yüklerin kolektifleştirilmesi yalnızca gündelik hayattaki adaletsizlikleri gidermekle kalmaz; aynı zamanda erkek egemen işbölümünün meşruiyetini de ortadan kaldırır. Bu dönüşüm, sadece aileyi değil, toplumsal yapının bütününü etkiler. Çünkü cinsiyetçi işbölümü, modern ulus-devletin de kapitalist üretimin de temel dayanaklarından biridir.
Komün, bu dayanakları çözerek yeni bir toplumsallaşmanın yolunu açar. Birey, toplumsal sorumluluğu paylaşmaya başladıkça, iktidarın “erkek merkezli” kurucu normları da aşınır.
Ortaklaşma, sadece bakımda değil, karar alma süreçlerinde, üretimde ve kültürel yaşamda kendini gösterdikçe, toplumsal cinsiyetin yarattığı hiyerarşiler çöker. Bu çöküş, yalnızca mahallede ya da evde değil, bütün bir toplumsal organizasyonda yankı bulur. Böylece komünal yaşam, eşitlik ve özgürlüğün yalnızca mikro düzeyde değil, makro düzeyde de örgütlenmesinin önünü açar.
Komün, bugünün krizlerini hafifletmekten çok daha fazlasıdır. O, yarının toplumsal biçimlerinin şimdiden kurulmasıdır. Dayanışma üzerinden gelişen ortak yaşam, yalnızca bireysel yüklerin paylaşılması değil; yeni bir insanın, yeni bir toplumun doğuşudur. Çünkü komün, bir örgütlenme biçimi olmanın ötesinde, başka türlü yaşamların mümkün olduğunu kanıtlayan tarihsel bir hafıza ve geleceğe dair bir vaattir. Her ortak sofra, her kolektif üretim, her paylaşılmış emek, toplumun kendini yeniden kurma iradesinin somutlaşmış halidir. Bireyci aile ve bireyci toplum modeli, itaat eden ve yalnızlaştırılmış özneyi üretirken; komün, örgütlenen, paylaşan ve özgürleşen özneyi büyütür. İşte bu yüzden komün, bugünün pratik sorunlarına bir yanıt değil, yarının dünyasına atılmış devrimci bir adımdır. Onu savunmak, yalnızca bir tercih değil; eşit, özgür ve gerçekten toplumsal bir yaşam için kaçınılmaz bir görevdir. Bu göreve bir çocuğun büyütülmesinden başlamak, geleceğin toplumsal eşitliğinin ve özgür yaşamının tohumlarını bugünden atmak demektir.









