İsrail denilince aklımıza Filistin sorunu, Ortadoğu savaşları, ABD, küresel büyük sermaye, komplo teorileri, Mossad gibi birçok anomaliyle yüklü uluslararası politika, küresel jeopolitik gibi konuların gelmesi doğaldır. Oysa on milyon nüfuslu bu ülkenin resmi sınırları içinde oluşmuş bir toplumsal yaşam ve İsrail devleti dahilinde gerçekleşen bir iç siyasal yaşam var. 9 Nisan 2019 günü erken genel seçimler gerçekleşecek.
İsrail Parlamentosu (Knesset), çok hatta “fazla” partinin içinde temsil bulduğu bir yapı. Seçimlerde nispi temsil esas olmakla birlikte % 3.25 seçim barajı uygulanıyor. Barajı geçmek için seçim öncesi irili ufaklı partiler arasında ittifaklar ve ortak listeler oluşuyor. Seçim sonrası ise bu ittifaklar dağılıp herkes kendi parti çatısı altında siyaset yapıyor. Nispi temsil sistemi, tek partiden çok koalisyon hükümetlerinin oluşmasına olanak veriyor. Şu anda merkez sağ Likud önderliğinde bir koalisyon iktidarda. Seçimden sonra da bu durumun değişmemesi bekleniyor.
Seçimin gündeme gelişi, Başbakan Netanyahu hakkında yükselen yolsuzluk iddiaları ile oldu. Henüz bir dava açılmış olmamakla birlikte soruşturma sürüyor ve Netanyahu bu koşullar altında seçmen karşısında bir güven oylaması niteliği taşıyan erken seçime gitmek zorunda kaldı. İsrail, Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen sınırları içinde yaşayan herkese yurttaşlık hakkı tanıyor. Ayrıca işgal altındaki Batı Şeria topraklarındaki Yahudi yerleşimcilere de seçme ve seçilme hakkına sahip yurttaş statüsü tanınıyor.
İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Gazze’nin Filistinli nüfusu ise, İsrail’den ayrı Filistin Yönetimi seçimlerinde oy kullanabiliyor. İsrail devleti sınırları içinde Arap yurttaşların nüfusu yüzde 21 civarında. Arapların çoğunluğu Müslüman bir kısmı da Hıristiyan. Arap nüfusun oy verdiği Balad, Hadash, Ta’al ve Birleşik Arap Listesi gibi partiler mevcut ve bunların oluşturduğu birlik şu anda Knesset içindeki üçüncü büyük grup.
Seçimlere bir ay kala, Knesset üyelerinden oluşan Seçim Komitesi, Yüksek Mahkeme Başkanı’nın muhalefetine rağmen Balad partisinin seçime katılmasını yasaklama kararı aldı. Kararın gerekçesi, “teröristlerle işbirliği yapmak”. Bize fazlasıyla tanıdık gelen bir suçlama. Balad, bu yasaklamayı, “Arap yurttaşların temsilini incitecek ırkçı ve popülist bir karar” olarak kınayarak, Seçim Komitesi’nin yasaklama hakkının kaldırılmasını talep eden bir kanun teklifini Knesset’e sundu.
Öte yandan Başbakan Netanyahu kararı memnuniyetle karşılıyor: “Terörü destekleyenlerin İsrail Knesset’inde yeri yoktur.” Bunlar da hiç yabancı olduğumuz sözler değil.
Seçim Komitesi, seçime ortak liste ile katılan Hadash-Ta’al listesinden de bir adayı yasakladı: Ofer Kassif. Bu isim, Arap partileri listesinden aday olan tek Yahudi olması açısından önemli. Hani, Netanyahu “Arap bile değil yahu” dese şaşırmayacağımız bir durumla karşı karşıyayız. Kassif’e yöneltilen suçlamalar da yine “teröristlerle işbirliği.”
Ofer Kassif, sosyalist bir siyasetçi. Filistin halkına karşı Gazze ve Batı Şeria’da uygulanan baskı siyasetinden dolayı Netanyahu’yu “toplu katliam” yapmakla suçluyor, Adalet Bakanı’nı ise “neo-Nazi” olarak niteliyor. Kassif, karar karşısında, “ben hiçbir zaman İsrail devletinin varlığını inkar etmedim” diyor ve ekliyor: “Bir Filistin devleti ile birlikte bir Yahudi devletinin de varlığını hep savundum.”
Kaffis’e göre, onun savunduğu talepler terörizm değil, “ırkçı Yahudi üstünlüğü üzerine oluşmuş Siyonizmin eleştirisi.” Kassif, “Biz her zaman, bir din ya da ırk ile tanımlanmayan eşitlikçi bir devletten yana olduk” diyor: “Bize bölücü diyenler yalan söylüyor çünkü gerçek bölücü ideoloji Siyonizmdir.”
İsrail devletinin tavrı buraya kadar, Türkiye’de genel olarak Kürt siyasetine, özel olarak da HDP’ye karşı alınan tutumla benzeşiyor. Ama İsrail, bütün kötü namına rağmen, anti- Siyonist milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırmıyor. “Kitle katili” ya da “neo-Nazi” dediği için insanları “Başbakana hakaret”ten tutuklayıp hapse atmıyor. Yapmış olduğu siyasal açıklamalar nedeniyle seçilmiş vekilleri hapse atmıyor. Arap nüfusun seçilmiş belediyelerine kayyum atamıyor. Üstelik bütün bunlar, etrafındaki ve bölgedeki hiçbir ülke tarafından resmi olarak varlığı tanınmayan yani kuruluşundan itibaren gerçekten fiziki bir “beka tehlikesi” içinde yaşayan “güvenlikçi felsefe” üzerine kurulu bir ülkede gerçekleşiyor.
Yazının başlığının muhatapları kendini biliyor.