Teknikleştirilmiş barış, silahların bırakılmasını “nihai hedef” sayar; devleti dokunulmaz kılar; toplumsal uzlaşıyı “entegrasyon”a indirger. Siyasallaştırılmış barış ise, silahların bırakılmasını “başlangıç” sayar; eşitlik ve adaleti güvenceye alan bir kurumsal dönüşümü hedefler. Türkiye, bu iki model arasında karar vermek zorunda
Sinan Cudi
27 Şubat’ta Önder Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısıyla açılan kapı altı ayda iki büyük eşiğe dayandı: Birincisi, PKK’nin örgütsel fesih ve silahsızlanma kararlarının sahada somutlaşması; ikincisi ise Meclis’te kurulan komisyonun bu tarihsel momenti bir hukuk ve siyaset çerçevesine oturtma görevi. İlki, çatışma döngüsünün fiilen sonlanabileceğini gösteren eşsiz bir fırsat yarattı. İkincisi ise, devlet aklının bu fırsatı nasıl okuyacağını ele veren bir turnusol kağıdı işlevi görüyor.
İlk altı ayın bilançosu, Ankara’nın meseleyi halen “entegrasyon ve güvenlik” lehine daraltan bir çerçevede tuttuğunu; hak, tanınma ve anayasal güvence başlıklarının ise ertelendiğini gösteriyor.
Bu darlığın kökleri yapısal. Cumhuriyetin kurucu vatandaşlık tasarımının “tekil ulus–tek dil–tek kimlik” ekseninde hukukileşmesi, güvenlik bürokrasisi için hem meşruiyet hem de operasyonel kolaylık sağladı. Bu tasarım, her kritik eşiğe gelindiğinde “değişmez maddeler”i bir siyasal taahhüt mekanizması gibi öne sürerek yeniden tahkim ediyor.
Devletin isteksizliğinin ikinci kaynağı iç-siyaset dinamikleri. İktidar-muhalefet rekabetinin sertleştiği, yerel yönetimlerin ve yüksek yargının sürekli polemik konusu edildiği bir iklimde, Kürt meselesini “seçimsel fayda–maliyet” hesabına indirgeyen refleksler güçleniyor. Barışın siyasal getirisi kısa vadede belirsiz; ama milliyetçi dalgayı kabartmanın getirileri anlık ve görünür. Bu nedenle iktidar, “terörsüz Türkiye” söylemiyle topluma güvenlik vaadi sunarken, muhalefetin bir kısmı da “taviz” tartışmalarıyla alanı daraltıyor.
Üçüncü belirleyen, bölgesel satranç. Suriye’de son bir yılda yaşanan geçiş, HTŞ/Colani eksenli idarenin güçlenmesi Ankara’nın güvenlik tahayyülünü yeniden biçimlendirdi. Bu denklem, Rojava üzerinde artan baskı ve “kuşatma” stratejisini teşvik ediyor ki bu da içerideki süreci bir kaldıraç olarak görme eğilimini besliyor. Ne var ki sahadaki bu tercih, içeride müzakerenin inandırıcılığını törpülüyor: Bir yanda “barış ve demokratik toplum” söylemi, diğer yanda Suriye dosyasında Kürtlere karşı cihadist yapılara sunulan destekle açığa çıkan bu tutarsızlık giderilmeden kalıcı barışa dair güven tesis edilemez.
Buradan hareketle “neden oluyor?” sorusunun yanıtı netleşiyor:
Devlet, maliyeti düşük bir “sükunet”i hedefliyor; silah bırakma ve örgütsel tasfiye adımlarını maksimize ederken, kimlik ve yerinden yönetim bağlamındaki kurumsal dönüşümü minimize etmek istiyor. Bu, kısa vadede istikrar üretebilir; ancak orta vadede yeni kırılmaların tohumunu taşır.
Peki bu tarihsel fırsat muhalefet–iktidar çekişmesine nasıl kurban edilmez?
- Muhataplık ilkesi netleşmeli. Öcalan’ın çağrısıyla başlayan sürecin sahici olabilmesi için, Meclis Komisyonu’nun en azından tebligat düzeyinde İmralı’dan görüş almasının önündeki idari–hukuki engeller kaldırılmalı; süreçte kullanılan dil kişiselleştirilmeden, “barış hukuku”nun parçası olarak tanımlanmalı.
- Yol haritası ve takvim ilanı. İlk 90 gün için doğrulanabilir ara hedefler konulmalı: çatışmasızlık–gözlem mekanizması, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanında “acil önlem paketi”, seçilmişlerin görevden alınmasına son veren ve kayyımları dışlayan bir yerel yönetimler güvencesi.
- Güven artırıcı adımlar. Cezaevlerinde tecridin kaldırılması, hasta mahpuslar için tahliye–tedavi güvencesi, zorla yerinden edilenler için onarıcı program.
- Toplumsal barışın faili sivil toplum olmalı. Komisyonun yanında bağımsız bir “Toplumsal Barış Forumu” kurulmalı; mağdur–mağdur yakını–sivil aktörler düzenli olarak dinlenmeli.
- Bölgesel dosyanın ayrıştırılması. Suriye sahasında Kürt karşıtı konjonktürel angajmanlara son verileceği ve sınır güvenliği tartışmasının muhataplarıyla yürütüleceği açıklanmalı.
Önümüzdeki altı ay için iki ana senaryo var.
Olumlu senaryo: Komisyon, Ekim’e kadar bir çerçeve mutabakatı hazırlar; Meclis asgari güven artırıcı yasa paketini geçirir; yerel yönetimler ve kültürel haklar başlıklarında idari düzenlemeler yapılır; yargısal baskı eşikleri düşürülür; Suriye dosyası “sınır güvenliği–geri dönüşlerin güvenliği” eksenine çekilerek Kürt karşıtı militan yapılarla temas minimize edilir. Böyle bir seyir, yıl bitmeden gündelik hayatı iyileştiren somut sonuçlar üretir.
Olumsuz senaryo: “Değişmez maddeler” kalkanı ve “terörsüz Türkiye” retoriği, kimlik ve yerinden yönetim başlıklarını tamamen kilitler; komisyon, usul tartışmalarında debelenir; sahada ise Suriye’deki konjonktür Ankara’yı güvenlikçi reflekslere iter. Böyle bir patikada silahların susması “askıya alınmış bir çatışma”ya dönüşür; toplumsal barış beklentisi yıpranır; taşeron şiddet ağları güçlenir; yeni bir güvenlik sarmalı kapıyı çalar.
Bu ikili kader, aslında tek bir düğüme bağlanıyor: Barışı teknikleştirmek mi, siyasallaştırmak mı? Teknikleştirilmiş barış, silahların bırakılmasını “nihai hedef” sayar; devletin hukuki mimarisini dokunulmaz kılar; toplumsal uzlaşıyı “entegrasyon”a indirger. Siyasallaştırılmış barış ise, silahların bırakılmasını “başlangıç” sayar; eşit yurttaşlığı, dil ve kültür haklarını, yerinden yönetimi ve adaleti güvenceye alan bir kurumsal dönüşümü hedefler. Bugün Türkiye, bu iki model arasında karar vermek zorunda.