Batı sinemasının değişmez repliğidir, her türlü sevinç, üzüntüye abartılı bir şekilde “oh my god” denmesi. Batı tarzı şaşkınlığın ifadesi. Tıpkı dindarların korktuğu, heyecanlandığı, üzüldüğü her durum karşısında olur olmaz besmele çekmesi gibi.
Şimdi batılılar SETA’nın uluslararası basını fişleyen raporuna karşı derin bir “oh my god” şaşkınlığını yaşıyor. Sanırım Türkiye’nin garipliğini keşfettiler. Artık olanlar batılıların bile soğukkanlılıkla karşılamayacağı sınırları aşmaya başladı!
Düşünsenize işi düşünce ve fikir üretmek olan ve bunun için de düşünce özgürlüğüne herkesten çok sahip çıkması gereken SETA isimli bir kuruluş, eleştirel düşünen, gerçeği yansıtan insanları fişliyor, onları “evinde zor tutulan yüzde 50’ye düşman unsurlar” olarak hedef gösteriyor. KHK’ler ile muhalif basın susturulup Türkiye basını tek sesli hale getirilirken, uluslararası basının kimi haber kırıntılarına dahi tahammül edilmiyor. Uluslararası basın, “Türkiye aleyhtarı haberlere” imza atmakla suçlanıyor.
Elbette gazeteciler ve basın kurumları eleştiriden muaf değildir. Yapılan her iş gibi gazetecilik de eleştirilebilir. Ancak uluslararası basını kurum kurum, kişi kişi yaptığı haberler üzerinden tasnifleyen, haklarında kesin yargılar oluşturan SETA, herhangi bir kurum olarak görülemez. SETA iktidar gücünü elinde bulunduran AKP’nin “düşünce” kuruluşudur. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın SETA’dır, SETA Saray’ın kendisidir. Dolayısıyla SETA’nın raporu bir düşünce kuruluşunun raporu olarak nitelendirilemez, bu bir ihbar metni, bir polis fezlekesidir.
Avrupalıların bu durumun yeni olmadığını bilmeleri gerekir. Yeni olan uluslararası platformların ve basının bu pratiğe şaşırması ve tepki göstermesidir. 2011 Aralık ayında bir gecede 44 muhalif Kürt gazetecinin toplandığı, 35’inin yıllarca cezaevinde yatırıldığı bir ülkede işin bu noktaya varmış olmasına şaşırmalarıdır şaşırtıcı olan. SETA raporunu tartışırken, 150 basın mensubunun aynı gerekçelerle yani yaptıkları haberler nedeniyle cezaevinde olduğu gerçeğini göz ardı ederek bu sonuca şaşırmalarıdır şaşırtıcı olan. 15 Temmuz sonrası ilan edilen OHAL ile onlarca basın kurumuna el konulduğu, yüzlerce basın mensubunun işsiz bırakıldığı, yüzlerce gazeteciye binlerce yıla varan hapis istemi ile davalar açıldığının yok sayılmasıdır şaşırtıcı olan.
Elbette yaşananlar şaşırtıcı değil derken olanları normalleştirmek değil amacım. Ama bu gerçekler ortadayken, sanki çok demokratik bir ülkedeymişiz, sanki SETA gerçekten düşünce üretiyormuş, sanki AKP üretilecek makul bir düşünceye ihtiyaç duyuyormuş gibi duruma şaşırmanın bir anlamı olmadığını düşünüyorum. SETA’nın raporu geldiğimiz aşamanın göstergesidir ve bizzat uluslararası basının yıllardır görmek istemediği gerçeğin kendisine dönmüş olmasının kanıtıdır.
İnsan, “etme bulma dünyası” demek istiyor ama bunun “duruma sevinmek” şeklinde algılanmasından çekiniyor. Bu rapora baktığımda tam da bugün SETA’nın ileri sürdüğü gerekçeler nedeniyle cezaevine girmiş, siyasi operasyonlara maruz kalmış bir gazeteci olarak birkaç yıl önce AB’den gelen yüksek bir heyet ile yaptığımız toplantıyı hatırladım. O toplantıya MİT TIR’ları davası nedeniyle bir süre tutuklandıktan sonra serbest bırakılan Cumhuriyet Gazetesi’nin o dönemdeki temsilcisi ve şimdiki Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül de davet edilmişti. Uzaylılarla diyalog kurar gibi, o her şeye yabancılaşan tavırları ile; tutuklanmış, mahkemelerde ve cezaevlerinde süründürülmüş gazetecilere, “E anlatın bakalım neler yaşadınız” sorularını yöneltmişlerdi. Öyle hiçbir şeyi bilmeyen görmeyen, duyumsamayan bir sinir bozucu bir yabancılıkla sormuşlardı ki… Anlatılanların karşındaki insanlarda bir çeşit hedonist duyguya yol açtığına tanıklık etmek zorlamıştı. O toplantıda, “Ne öğrenmek istiyorsunuz, neyi bilmiyorsunuz da teyit etmek istiyorsunuz, bütün bu yaşananlar sizin için yeterli bir veri ve bilgi değil mi” diyerek tepki göstermiş ve hakkımızda hazırlanan ve tamamı haberlerimizden oluşan 800 sayfalık iddianameyi önlerine koymuştum.
Şimdi o çok bilen batılıların yaşadıkları bu şaşırma halini görünce, dünyaya ve kendi gerçeklerine karşı yaşadıkları yabancılaşma haline üzülüyor insan. Esas soru şu. Dünya daha ne kadar yaşanan her türlü kötülük karşısında kendi konforunu bozmamayı sürdürecek? Mesele yabancılaşmak mı, iktidar açlığını gidermek için kötülükle uzlaşmak mı emin değilim. Bütün bunlar belki de George Orwell’ın milliyetçiliği tanımlamak için kullandığı “kendini aldatma ile karışık bir iktidar açlığı” tespitinden başka bir şey değil.