Geçtiğimiz gün Yeni Yaşam’a psikolojik savaş uzmanlarının çekip, servis ettikleri, sosyal medyada birtakım ulusalcıların ve yeminli Kürt düşmanı ulusolcuların bilinçli gürültüsü olmasa kimsenin aldırmayacağı birkaç karelik fotoğraf üzerine bir yazı gönderdim, ancak yazdıktan sonra bir iki soruşturma yaptığımda konunun DEM Parti için, özellikle Özgür Özel’in tutumuyla güncel olmaktan çıktığı sonucuna varınca yazımı geri çektim. Meğer fotoğraf hadisesi “canlıymış.” Nitekim DEM Parti
Eş Genel Başkanı basının önünde konuyu bütün yönleriyle ele alınca, gece vakti de Halk TV’de yapılan aynı konudaki tartışmaları izleyince konuyu yeniden ele alma kararı verdim. Ancak bu defa konuyu fotoğraf karesinin beş paralık önemi
olmadığını anlatmak için değil, müzakere sürecinin önemini anlatmak amacıyla ele alacağım.
Kestirmeden söyleyeyim. Fotoğraf kareleri üstünde tepinenlerin amacı çözüm sürecini baltalamaktır. Bir başka ifadeyle CHP tabanını, yani Türk halkını çözüm sürecine karşı kışkırtmaktır. Bunlara göre Kürtlere “eşit vatandaşlık” ve “anadilde eğitim hakkı” verilmesi karşılığında DEM Parti Erdoğan’ı ömür boyu başkan yapacak bir anayasa için ona destek verecekmiş. Fotoğraf karelerinde DEM Partililerin yüzündeki gülücükler, gözlerindeki hayranlık bakışları bu “ihanetin” kanıtlarıymış.
Yalnız Kürtlerin değil, içindeki tüm halklarla birlikte Türkiye’nin, hatta dünya savaşının kaosunda debelenen tüm bölge halklarının kaderiyle ilgili İmralı ile devlet arasında başlayan ve İmralı adına Meclis’te DEM Parti tarafından yürütülen, savaşı sona erdirme ve devleti demokratikleştirme süreci işte böyle tanınmaz hale getirilmekte. Kırk bir yıllık ülkeyi harap eden bir savaşa son vermek için başlayan müzakere süreci; ciddi bir süreçtir. En küçük oyuna gelmeyecek kadar ciddi bir süreç. Bu süreçte taraflar ya barışa ya da savaşa karar vereceklerdir. Askerî açıdan “mütareke” neyse, siyasi açıdan “müzakere süreci” odur. Geçici olarak düşmanlığı sona erdirmişlerdir. Ya müzakere sonucunda dost olacaklardır ya da yeniden düşman. DEM Parti ve AKP yönetimleri ya da müzakere delegasyonlarının karşılıklı konumları; müzakere süreci boyunca böyle kalacaktır. Ne biri iktidarı devirmeye kalkacaktır ne de diğeri; muhalifini yok etmeye kalkacaktır. Savaşçılar nasıl silahlarını ateşlemiyorlarsa, bulundukları yerlerden bir karış ileriye adım atmıyorlarsa; müzakereciler de dillerini tutacak, dişlerini sıka sıka olsa da usulünce oturup kalkacaklardır. Şu anda Kandil’den konuşanlar, “mütareke şartlarının ihlali”nden çok, Erdoğan ve medyasının “zehirli diline” boşuna itiraz etmiyorlar. Hedefteki gerilla mermiye karşı kendini savunmayı bilir. Ama zehirli dil toplumu zehirler. Savaş kırk bir yıl sürdü. Müzakere şunun şurasında geçen 1 Ekim’de gerçekleşen; simgesel başlangıçtan bu yana, bir yılı ancak doldurdu. Çok değil, birkaç ay, taş çatlasın; altı ay içinde neyin ne olacağı kesinleşecektir. Erdoğan’ın bu süre içinde ne yapacağı devlet içindeki, şu ya da bu “dış güce” bağlı kanatların dengesine bağlıdır; Devletin kanatlarının ne yapacağı ise “barışın ve demokrasinin toplumsallaşma” derecesi tarafından belirlenecektir. Baş müzakereci Apo’nun da DEM Parti müzakere heyetinin de başarısı barış ve demokrasi güçlerinin, başta Kürt halkının, DEM Parti örgütlerinin, dost güçlerin mücadelesine doğrudan bağlıdır. Müzakereyi az sayıda insan tepeden tırnağa örgütlü devletle oturduğu masada yürütmekte, on milyonların barış ve demokrasi yolundaki mücadelesindeki en küçük bir zayıflık, bu masada yenilgiyi getirir. Erdoğan’ın oyalamalarına, psikolojik savaş uzmanlarının fotoğraf karelerine bakarak müzakere sürecinde sabırsızlığa kapılmak, “papaza kızıp oruç bozmaya” benzer. Orucunu bozmayacaksın. Ama iftar topunun atılmasını da beklemeyeceksin. Madem müzakere sürecinin bir kapısı barışsa, diğer kapısı savaşa açıktır, her iki kapıdan geçmeye hazırlanacaksın. Hazırlık örgütlenmektir. Öyle üç beş üye kazanmak anlamında söylemiyorum. Önümüzde, tahminen söylediğim gibi en fazla altı aylık bir imkanlarla dolu zaman var. Her günümüz devrim değerindedir. Tepedeki müzakerenin, yani orucun yarattığı miskinliğe kapılmak, iftar zamanını uyuşukluk içinde beklemek zamanı değildir.
Ölüm orucundaymışız gibi direnme zamanıdır. Saniye kaybetmeden Apocu yerel yönetimleri devletin uzantısı olmaktan çıkartarak… Her sokakta, her mahallede serhildanların kahraman halkını komünlerde örgütleyerek… Şehirlerde ve ilçelerde komün birliklerinin başına ehliyetli seçilmiş belediye eşbaşkanlarını geçirerek… İçişleri Bakanlığına bağlı belediyelerin tüm yetkililerini, tek bir yasa değişikliğine ihtiyaç duymadan, komünlere devrederek… Söz ve karar yetkisini devralan komünlerin adım adım toplumsal yaşamın her alanını yönetmeye başlamasıyla… Göbekli zabıtalar yerine zımba gibi Kürt kadın ve erkek zabıtaların komünlerin örgütlülüğü içinde sokakları uyuşturucu ve fuhuş çetelerinden temizlendiğini düşünüyorum da Apocu Demokratik Konfederal Komünalist ahlaki politik toplumu o anda gözümde canlandırıyorum. El alemin zumlayarak çektiği fotoğraflara bakmayın, “selfie” diyorlar ya, çekin bir selfie. Kendinize bakın. Nasılsınız? Kendi objektifinize kararlılıkla mı bakıyorsunuz, yoksa kaygı ve şüpheyle mi? Gözlerinizde korkunun gölgeleri mi var, yoksa cesaretin ışıltıları mı?