Mevsim olarak ekolojik döngünün en sıcak ayını yaşıyoruz. Ama bu sıcaklık ekolojik döngünün yarattığı bir sıcaklık değildir. Tıpkı bir buharlı lokomotifin kazan dairesine sürekli atılan kömür misali, bizim de doğaya saldığımız sorumsuzluklarımız, kötü davranış ve alışkanlıklarımız, toplumsal ahlaktan yoksunluklarımız yaşam alanlarımızın cayır cayır yanmasına neden olmaktadır.
Elbette daha bilinçli, daha organize yakım ve yıkımlar da var. Dolayısıyla bizim onları da göz ardı ettiğimiz düşünülmemelidir. Özellikle Türkiye’de her şeyi ranta dönüştürmüş bir AKP yönetiminin olduğu yerde elbette bunları yok saymayacak ve ona karşı sözümüzü söylemekten geri durmayacağız. Onun rant yöntemi belli: Önce yak, sonra “orman vasfını yitirmiş alan” de ve ranta çevir. AKP bunun için yasa yapmış, kendisini “yasal güvenceye” almış bir yağma, talan ve rant rejimidir. Bu tartışmasız bir doğru. Ama bu yasaları yaparken, toplumun gözünün içine bakarak bunların propagandasını yaparken biz ne yapmışız? Bu soruyu dönüp dolaşıp kendimize sormamız gerekmiyor mu?
Her gün güne Kürdistan ve Türkiye topraklarının hangi bölgesinden yangın haberleri almadan uyanıyoruz? Sadece yangın haberleri de değil, artık orman alanlarının endemik varlıkları ile birlikte insanların da yandığına dair haberleri acaba duymayanımız kaldı mı? Artık bu soruları bizce tersten sormak gerekiyor. Kulağımıza bir şeyler çarpıyor ama onları idrak etmek, algılamak ve bizi harekete geçirmek gibi içsel yanları olduğundan algılamamış, duymamış ve idrak etmemişe vurmamız bilinçli tercihimiz değil mi? Tıpkı fillerin derilerinin kalınlığından ve yağ dokusunun sertliğinden kaynaklı olarak baldırına değen bir övendireyi ancak üç dakika sonra algıladığı gibi yapmıyor muyuz? Her yer yakılıp yok olduktan sonra mu duyacağız? Bize değen övendireyi duyumsamayan, algılamayan bir toplumsallık içindeysek kendimizi hangi insani erdemlerle tarif edeceğiz? Bu ve buna benzer soruları elbette çoğaltmak mümkün. Ancak sorun soru sormakta değil. Gerçeği, hakikati doğru görmek ve yorumlamak zorundayız.
Onun için öncelikle yurt sevgimizi, yurtseverliğimizi, demokratlığımızı, devrimciliğimizi ve sosyalizm iddiamızı sorgulayarak nasıl bu kadar yaşam alanlarımıza karşı duyarsızlaştığımızı açığa çıkarmalıyız. Konya’nın obrukları her yerimizi kaplayacak ve insani değerlerimizin kalan diğer yanlarını da kaybedeceğiz.
İşte elli yıldır inkar ve imha siyasetinin açık bir tarafı olan MHP ve onun Genel Başkanı Devlet Bahçeli üçüncü dünya savaşının Türkiye’yi yok etme hedefini görünce “Kürdün de Türkün de bekası kardeşliktedir” dediği kadar yıllardır “yaşasın halkların kardeşliği” diyen kimi sol, sosyalist kesimler diyememekte ve tam tersine Kürt Özgürlük Hareketinin geliştirmeye çalıştığı yeni süreç karşısında küfür ve hakaret üretmektedirler. AKP iktidarının tüm toplumu alıştırdığı rant ilişkisinden paylarının gittiğini/gideceğini görerek dostluk adına saldırgan bir dil kullanmaktadırlar. Tam da birlik olmak, birlikte mücadele etmek ve enternasyonalist bir tutum içinde olmak gerektiği yer ve zamanda görev ve sorumluluktan kaçmanın dili olarak süreci tartışmaktadırlar. Hem de bunu yaparken Marksist olduklarını da iddia etmekten geri durmamaktadırlar.
Elli yıllık Kürt Özgürlük mücadele tarihi de buna tanıktır ki, onlar tarihin her döneminde eylem zamanı teoriyi, teori zamanı eylemi tartışan yapılardır. Tarihte hiçbir inanç ve ideolojik akım Kürt Halk Önderliği kadar erken enternasyonal güce ulaşmamışken, Türkiye sol, sosyalist hareketleri daha yirmi birinci yüzyılın paradigmasını almamıştır. Çünkü içinde bulundukları sosyal şoven kabuk buna sürekli engel olmuştur. Çok bağlı olduklarını sandıkları reel sosyalizm çökmüş ama onlar onu bile hala anlayamamışlardır. Kürdistan ve Türkiye tüm doğasıyla birlikte imdat çığlığı atarken onlar, toplumsal ekoloji sorununun ulaştığı en temel hayati varlık-yokluk mertebesinde bile bu mücadelenin de sadece Kürt halkının mücadelesi olduğunu sanmaktadırlar. Bu bile onların doğaya, toplumsal mücadeleye ne kadar yabancılaştığını göstermektedir.
Oysa onların, daha Kürt Özgürlük mücadelesinin elli yıllık tarihinde bile hiçbir şart öne sürmeden bu mücadeleden yana tavır sahipleri olmaları gerekmekteydi. Çünkü yirminci yüz yıla damgasını vurmuş olan reel sosyalist ideolojinin kurucularından olan Lenin; “Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak, her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa, ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir.” demektedir.
Onun için, içinde yaşadığımız doğanın bile SOS verdiği bir dünyada bunlara takılmadan doğru temellerde örülmüş halkların enternasyonalist birliğini kurmak Kürt ve Türkiyeli halkların en tarihi sorumlulukları ve görevleridir. Aksi durumda parçalı ve darmadağınık yürütülen çevre ve ekolojik mücadeleler sonuca ulaşamayacak, çokça eleştirdiğimiz ekolojik denge yeniden yaratılamayacaktır.