Önce 19 Mayıs’ta yan yana dikilmiş sıralı insanlar gördük, sonra yerde elleri arkadan kelepçeli yatay dizilmiş insanlar. Biri dikey faşizm, diğeri de yatay faşizm idi. Bu faşizmin aynısını daha önce ‘Türk’ün gücünü göreceksiniz’ diyerek sahnelemişlerdi. Dönemin karakteri değişmedi, aynılar aynı yerde, aynı düşüncedeyiz demek için olsa gerek aynı sahneyi yine gösterdiler. Bilinçli olarak servis edilen bu görüntüler elbette çok şey söylüyor. İşkence ettiği yerdeki insanlara bakan, seyreden; bu bakışındaki görünmez kılma becerisinin farkındadır. Bunu zevkle uygular. Bazen bakarak öldürür bazen görmeyerek! Bu gücün yarattığı hilkat garibesi çoğunluk, yanında durmayarak konuşur, görmeyerek yorumlar. Düşüncenin taşlaştığı, duygunun basmakalıplaştığı, doğrunun sabitlendiği tarihsel bir kayıp çizgidir bu. Şu iyi biliniyor: Gören’in tahakkümü ve onun gözünde şeyleşen, küçülen, değersizleşen, utanç duyulacak hale gelen “görülen” (bakılan), bundan kurtarılmadıkça; kırılganlığını sonuna kadar hissedecek, insandışılatırılmış benliğinden kurtulamayacak… Bu görüntüleri servis edenlerin, bu motivasyonla ettikleri bir gerçektir. Görüntülere dair yoğun bir demokrasi eleştirisi de geldi. Fakat Kürdistan’da demokrasi yoktur! Demokrasi, burada estetize edilmiş faşizmin adıdır.
Meseleye dair derdimi Zapataların bir hikayesi ile anlatmaya çalışayım.
‘Büyük büyük dedelerimiz bu toprakları işgal etmeye gelen yabancıya karşı koymak zorundaydı’ diyerek önce durumu tanımlıyorlar.
Yabancı bizi bir başka tarza, bir başka sözcük, bir başka inanç, bir başka tanrı ve bir başka adalet içine sokmak için gelmişti. Onun adaleti yalnızca kendisi içindi ve bizi kendi dışımıza atmaya hizmet ediyordu. Tanrısı altın, inancı üstünlük, sözcüğü yalandı.
Zalimlik ve zorbalık tarzıydı onun.
Bizim en büyük savaşçılarımız tek tek karşısına dikildiler. Toprağı yabancı ellere karşı savunmak için büyük savaşlar verildi, ama öte yandan yabancı ellerin gücü de yabana atılır gibi değildi. O büyük ve iyi savaşçılar can verdiler birer birer. Savaşlar sürüyordu; çok az kalmıştı savaşçılar. Bu kez kadınlarla çocuklar düşenlerin silahlarını kuşandılar. Büyük dedelerimizin büyük bilgeleri bir araya geldiler o zaman ve başladılar kılıç, ağaç, taş ve suyun öyküsünü anlatmaya:
“Dağlarda yatan tanrılar bir gün bazı sesler duymuşlar. Konuşan bir kılıçmış. Kılıç demiş ki, en güçlü ve kudreti olan benim, bir savurmada keserim ve beni tutana güç, bana karşı çıkana ölüm getiririm. Yalan, demiş o zaman ağaç, en güçlü olan asıl benim, rüzgârlara en acımasız fırtınalara direnmişim ben. Kılıçla ağaç kapışmışlar. Ağaç kılıca karşı olanca sertliği ile karşı koymuş ama kılıç darbe üstüne darbe olup inmiş ağacın gövdesine ve keserek yıkmış onu sonunda.
Bu kez de taş çıkmış ortaya, en güçlü benim demiş; zira dayanıklı, antik, ağır ve katıyım. Taşla kılıç sonunda girişmişler birbirlerine. Taş çetin bir mücadele vermiş kılıca karşı. Kılıçsa çarpıp durmaktaymış taşa ama onu ayırsa da parçalarına, bir türlü imha edememekteymiş. Sonunda kılıç ağızsız kalmış, taş da paramparça olmuş. Bu bir beraberlik demişler kılıçla taş ve kavgalarının boşunalığına gözyaşı dökmüşler.
Bu arada bir köşede kavgayı sessiz sedasız izleyen bir dere suyu varmış. Onu fark eden kılıç, baksana demiş, en zayıfımız sensin, kimseye bir şey yapamazsın sen, ben senden katbekat güçlüyüm demiş. Ardından da var gücüyle suya çarpmaya başlamış. Balıklar kaçışmış dört bir yana ve su direnememiş tabii, yarılarak içine almış kılıcı. Ne var ki azar azar tek bir söz bile söylemeden su başlamış kılıcı içine sararak ve tanrıların susuzluğu gidersin diye yarattığı büyük suya doğru akarak eski halini almaya.
Zaman geçiyor ve sudaki kılıç yavaş yavaş oksitlenip yaşlanıyormuş; balıklar arık korkmadan yaklaşıyor, onunla dalga bile geçiyormuş. Acılar içinde çekilmiş sudan kılıç, ben ondan güçlüyüm ama neye yarar, ona hiçbir şey yapamadım.”
Büyük dedeler öyküyü burada bitirip şöyle diyorlar: ‘Öyle olur ki hayvana karşı kılıç gibi, fırtınaya karşı ağaç gibi, zamana karşıysa taşlar gibi savaşmak zorunda kalabiliriz. Ama bazen de öyle olur ki kılıca, ağaca, taşa karşı, bu kez de su gibi savaşmamız gerekir.’
Zapatalar, kendilerini aşağılayan gücün maskesini düşürmek için kendileri maske giyip geri döndüler ve bugün çocuklarına bu öyküyü anlatıyorlar. Direniş evrenseldir. Nerede iktidar varsa orada direniş de vardır. Kürdistan’a da çok gelindi, hatta evlerimizin içine, dilimizin kıyısına, zihnimizin içine. Yüzyıllardır başka bir hayatı dayatmak için hep geldiler. Şüphesiz çıkarılan gürültü patırtıya kanıp kaçanlar oldu, olacaktır ama cesaret inkâr edilemez. Gelenler sürekli şiddet uyguladı, yakıp yıktı, zora düştüğünde yozlaştırdı ve hep kazandığını düşündü. Fakat uzun süredir kılıç su ile tanıştı. O günden bu yana devletin kılıcı oksitleniyor. Kadınlar, gençler yaşama dair iddiası olan herkes, en şiddetli darbelere karşı direndi. En güçlü benim diyenlere karşı dik durdular. Kaybedenler çekip köşelerine giderken halk gerçekliği derenin suyu oldu. Büyük bedeller verilerek bugüne gelinen mücadele su misalidir. Akıyor… Bu saatten sonra durması da zor gibi!
Halkın sokaklarına, yatağını bularak yol alıyor. Amaç en büyük suya, yani özgürlüğe ve hakikate varmak. Kılıç şu an suyun içindedir. Debelenmesi boşunadır, çünkü su yol alıyor. Kılıç bu sefer Halfeti’de, Amed’de anneler üzerinden Koşuyolu Parkı’nda, Gebze Cezaevi önünde bir şiddet ile yeniden konuşuyor: “Gücümü gör” diyor. Maalesef göremeyiz. Çünkü tüm bunlar çaresizliktir, acizliktir.
Victor Hugo’dan bir hatırlatma ile bitirelim:
“Dumanı tüten kanlar, dolup taşan mezarlıklar, gözyaşı döken analar, bütün bunlar korkunç birer ithamnamedirler. Yeryüzü aşırı bir yükün altında acı çektiği zaman karanlıktan esrarengiz iniltiler yükselir ve uçurum bunları duyar.”