Cesaretin kalmadığı yere esaretin geldiğini ömür boyu görürüz. Şahit olmaktan başlayıp fail olmaya evirilen bir hayatın birçok kapısı var ve çıkmaz sokakları. Bir gün insan evden çıkıp bir daha evini bulamayabilir. Yaşamak için riskler, zevkler, jestler ve ölümler sıralanmış. Bir gün, bir ömrü belirler.
Anlamını yitiren, masalında kaybolan, hayalinden düşüren, keşmekeşliğe iten bir mevsim geçer, birçok yeri yoklayıp kendini var eder. Kıyaslama, harcama, hayıflanma ve hepsi bir karşılaşmada. Dünya büyük bir yer, sadece küçüklüğünü unutmuş.
Sıklıkla ihlal edilmiş uğrak yerleri, sıkan günlerin ağrılığı, sinir eden ihmallerin götürdükleri peş peşe yaşanıyor. Dertler, sertlikler, travmalar, tansiyonlar ve tavsiyeler. Hayat baş döndürücü şekilde dönüyor ve etkisi herkese sirayet ediyor. Zor durumlar yaşanıyor ve hep yaklaşıyor.
Seçmek diye bir görev, seçilmek gibi bir ödev düşüyor insanın önüne. Belki de insan düşüyor her şeyin her bir şeyine. Dünya ve hayat yan yana yazılırken, yan yana yaşanmıyor.
Bazı renkler hayatla karşılaşmıyor ve karışmıyor. İnsan baktığına kör, gördüğüne yabancı kalıyor. Yeni dünya dikeni, küresel köle entegrasyonu, matematiğin zamanla işbirliği; hepsi mayın, hepsi tuzak ve özgürlük hiçbirinde yok, hem de nanay.
Kesilmiş ağaçlar, kesilmiş kafalar görüyor bu çağ ve lanetli bir tanıklık bu. Mekanların sınırları, yankıların sınırsızlığı bir şeyler diyor ve adı coğrafyanın ötesine geçip tarihi karıştırıyor. Yok bir gelecek düşü ve sonramız artık uçurumlardadır.
Kabahat işlemiş bir zamanın çemberinde, mahkûm mahlukatlar gibi yürüyoruz güne ve günlere ve günlerce. Erteleyerek ertelenmeye itildiğimiz kıyıları görüyoruz, uzak sanıyoruz üstelik. Zaten bir şey yanında başka bir şeyi her zaman taşır, sadece saklar.
Hilelerin hislerle yarışı, sözlerin yanlış algılanışı, bir merdivenden aşağı inmek gibi. Elbette bazen yukarı çıkarsın ve insana yakışır.
Söz deprem getirebiliyormuş eski zamanlarda. Ses baharı çağırabiliyormuş bir zamanlar. Ötesinde berisinde değil de, tam ortasındayken, duraklarımız bile yer değiştiriyor ya da yıkılıyor. İnsan eve döneceği durakları düşünüyor. Gitmek çünkü her zaman soruları gökyüzü gibi taşımaktır.
Sıradan kederler, sırasız denk gelişler, mantıksız telaşlar, mıknatıs gibi yapışan sorular ve günlerin birbirine benzemesi, sıradanlaşması. Yavaşlık bir endam, bir cazibe, bir tarz ve pusulası sonrasızdır ya da unutulmuştur. Güzel unutmalar bir derman, bir cevap olabilir.
Harflerin oranı var, bir araya gelmesiyle duygusal bir atmosfer yaratabilir, neşeli bir sohbet yapabilir, ya da bir savaş kararı alabilir. Sözleri tayin eden bir imla, hayat alabiliyor, yolları ayırabiliyor. Dilin cüreti her gün yeniden düşünülmeli belki de. İhtimallerin devrim getirdiği bir geçmişimiz var, bu da hatırlanmalı.
Düşmek, vazgeçmek, teselliye alışmak, sonrası hep bir kavuşma. Gücü yeniden düşünme, yenileme ve yeniden yerleştirme zamanları ve mekânı da insan. İsabet etmeyen şeyler var bu hayatta. Zaten bu hayatın her şeyi var, kendisi yok.
İç dünyamız dış dünyamıza çarpıp duruyor ve yeni sokaklar buluyoruz. İncir düşünüyoruz mesela ya da ceviz. Bir soluk, bir rüzgâr değiştiriyor bir anda ve sonraların sonları ile başlangıçları bize yer arıyor. Hayat karıştırıyor.
Haftanın kitap önerisi: Jonathan Crary, Yeryüzü Yakılıp Yıkılırken-Dijital Çağdan Kapitalizm Sonrası Dünyaya / Çeviren Tuncay Birkan, Metis Yayınları